14 Ekim 2013 Pazartesi

Serdengeçti’nin Said Nursi’ye Bakışı Bağlamında; Milliyetsiz(!) Milliyetçilik

Türk-İslam sentezi fikrinin temel taşlarından birisi de kuşkusuz Serdengeçti’dir. Hemen hemen her sentezci, onun düşüncelerinden etkilenmiştir. Türk-İslam sentezi düşüncesinin kitlelere yayılmasında önemli rolü oldu.

Türkçülüğün her alanda karşısında yer alan bu siyasi-yapay akımın Türk milliyetçileri üzerinde yarattığı etki ne yazık ki Türklük açısından yıkımdır! Bugünkü AKP iktidarını ve milliyetsiz milliyetçilik düşüncesini ortaya çıkarmıştır.

Serdengeçti’nin Türkçülük-Turancılık davasında yargılanmasına karşın Türkçülük ile hiçbir biçimde bir yakınlığı olmamıştır. Hatta Türkçüler’in “Tanrı Türk’ü Korusun” duasına “Tanrı Türk’ü, Allah da Müslümanı korusun” diyerek bir nevi tepki göstererek karşılarında olduğunu belirtmiştir.
Türk Milliyetçileri içerisinde “milliyetsiz Müslüman” anlayışını bilinçaltına sokmuştur.
Onun bu düşüncelerinin en büyük kaynaklarından birisi tüm zamanların harikası(!) olan Said Nursi’dir.
Said Nursi (Kürdi) ile olan yakınlığı ve sevgisi Nurcular tarafından beğeni toplamış, ülkücüler içerisinde de Said Kürdi’ye olan yönelimin uyanmasını sağlamıştır. Daha sonraları kurulacak olan MHP içerisinde de Türkçülüğün tasfiyesine çokça katkısı olmuştur.

Bir-çok kez, Serdengeçti Dergisi’nin sayılarında ona övgü içeren yazı ve şiirler yayınlamıştır. O yüzden Türk Milliyetçiliği yani Türkçülüğün tarihinde Serdengeçti Dergisi asla yer alamaz.
1952 yılının Mart ayında, Serdengeçti’nin 6. sayısında "Said Nur ve Talebeleri" başlıklı yazısı Nurcular tarafından en beğenilen yazılarından birisidir.

Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok. Hepsi bir şeye inanmış: Allah’a. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a… Onun ulu Peygamberine… Onun büyük kitabına… Kur’ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur… Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz birşeye bağlanmak; her yerde hâzır, nâzır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak… Evet, ne büyük saadet!

Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir, büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış. Yalnız bir adam var; o ayakta… Şark yaylâlarından, güneşin doğduğu yerden İstanbul’a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah demiş, Peygamber demiş, başka bir şey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş. Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade. Şimşekler gibi bir zekâ. İşte Said Nur! Divan-ı harpler, mahkemeler, ihtilâller, inkılâplar, onun için kurulan idam sehpaları, sürgünler, bu müthiş adamı, bu mâneviyat adamını yolundan çevirememiş. O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur’ân-ı Kerîmde “İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz” (Âl-i İmran sûresi, âyet 139)buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur’da tecellî etmiş.

Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefs müdafaası değildir, büyük bir dâvânın müdafaasıdır. Celâdet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri…

Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakîr gördüğü için değil mi? Said Nur en az bir Sokrat’tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebî olmak gerek! O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bile hükmediyordu. O, hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde medrese-i Yusufiye oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman âbidesinin karşısında eridiler, sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halim-selim mü’minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler. Sizin hangi mektepleriniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?
Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü’minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü’min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesafetler, din, aşk, iman sayesinde letafetler haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdit ve tehditleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak, yer yer her tarafı sardı, üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.

Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana susayanlar, onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur Risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan bir şey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur Risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.
Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler, bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri “İnkılâba, lâikliğe aykırı hareket ediyor” diye, tekrar tekrar mahkemeye verdiler, tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç kere zehirlemek istediler. Ona zehirler panzehir oldu, zindanlar dershane… Onun nuru, Kur’ân’ın nuru, Allah’ın nuru vatan sınırlarını da aştı. Bütün âlem-i İslâmı dolaştı. Şimdi Türkiye’de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, imanlı, inançlı kalabalığıdır.

Osman Yüksel, Atatürk’e “decal” diyen, pek de güzel Kürtçülük yapmış, bağımsız Kürdistan sevdalısı, İngiliz işbirlikçisi Said Nursi’ye yukardaki satırlarla övgüler dizmiştir. Ve buna karşın birilerince “büyük Türk milliyetçisi” olarak anılıyor halen!

Türk Milliyetçileri üzerinde bilinç yitimi oluşturacak bu zararlı herife aşırı derecede saplanmıştır Serdengeçti
Dergisinin Ağustos 1952 tarihli 17. sayısında Said Nursi için şu şiirini yayınlıyordu kapaktan;

"Said Nursi yirminci asır karanlığını delerken!.

Çık nerdesin zuhur et, biz seni bekliyoruz...

Yıllardır yollarında yorgun emekliyoruz!

Musa ol! Hakka yüksel, tecelli et Tûr'a..

Zulmet yıkılsın gitsin, cihan garkolsun Nura!..
" diyordu…
Serdengeçti, bunlarla da kalmaz, zamanın harikası(!) Said Nursi hakkındaki bir rüyasını da şöyle anlatır:
O gece bir rüya görüyorum: Geniş yeşil bir meydan. Meydanda binlerce, on binlerce insan. Bu insanlar hem genişliğine, hem derinliğine meydana yayılmışlar. Omuz omuza göklere kadar yükselmişler. O onun omuzuna basmış, o onun omzuna.. Böylece bu muazzam insan yığınından âdeta koskoca bir dağ meydana gelmiş... Bu insanların en yükseğinde de Said Nursî Hazretleri... Sanki minarenin alemi gibi... Sanki kâinata Allah'ın varlığını, birliğini işaret eder gibi, bir heybetle duruyor. Ben karşıdayım. Beni gördü. Gülümseyerek iki eliyle selâm verdi. Selâmını aldım. Başı göklere değiyordu. Saçları rüzgârlara karışmıştı. Bütün insanlar ayaklarının altında idi... Omuz omuza vererek onun dünyadaki mesnetleri haline gelmişlerdi. Rüyada heyecanlanmışım, uyanıverdim.

Rüyasında peygamber görmüş gibi anlattığı Kürt Milliyetçisi Said, Teali İslam Cemiyeti’nin 16 Eylül 1919’da İkdam Gazetesi’nde yayınladığı bildiride Türk Ulusu’nu Kuvayı Milliye’ye destek vermemeye, hatta onlara karşı savaşım vermeye çağıran bildirinin altına imzasını da çakmıştır!

Türk Ulusu’nun en zayıf noktalarından birisi olan din inancı her dönemde böyle Kürt Said (Nursi) gibi İngiliz işbirlikçilerinin işine fazlaca yaramıştır. Bugün de aynı görevi yerine getiren o ünlü “ağlayan adam” vardır.
Serdengeçti’nin bütün insanların üzerinde gördüğü Said Nursi hakkında Yumni Sezen’in “Dinlerarası Diyalog İhaneti” kitabını öneririm. Bu büyük Müslüman’ın(!) İslam’a ne büyüklükte zarar verdiğini pek açık bir biçimde anlatıyor.

1953 yılında Milliyetçiler Derneği’nin kapatılması ile bilinçsiz bir Türk milliyetçisi kuşak yetişmiştir. Ve bunlar memleketin siyasi kadrolarında da görev almışlardır. 

Tüm bu bilinç yitimine karşın Türkçüler, Türk Milliyetçileri(!)’ne karşın savaşımlarını sürdürmüşlerdir.
Din kisvesine bürünmüş “Selamün Aleyküm” milliyetçileri, Cumhuriyet ile birlikte yayılma fırsatı bulan Türkçülüğü temelinden sarsmışlardır. Türkçülüğe en büyük seti bunlar çekmişlerdir. 

Önce CMKP, sonra Milliyetçi Hareket Partisi olan kurumda bulunan Türkçüler’i de bir biçimde tasfiye etmişlerdir. Bu konuda en bilinen olayı rahmetli Hablemitoğlu yazmıştır.

CKMP döneminde, Türk millliyetçilerini iğfal amacıyla ortaya atılan Türk-İslâm sentezi gibi temelsiz, yapay, saçma ideolojiye karşı çıktığım, okulumda Ötüken dergisini sattırdığım için ‘Atsızcı’ suçlamasıyla bu partiden ihraç edildim.” (“Organize Suçlar ve Fethullahçılar” adlı yazısından…)

Türk-İslam sentezci kesime “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” sloganını kazandıran da Serdengeçti’dir. Din kardeşliğinin bir insanı nasıl uyuşturduğunun en belirgin örneğini Serdengeçti’de görebiliriz. İngiliz işbirlikçisi Said Kürdi’ye olan yoğun sevgisi buna en büyük kanıttır.


Türkçü gençler Serdengeçti hakkındaki izlenimlerini çoktan oluşturmuşlardır. Serdengeçti’den “milliyetçi” diye söz edildiği zaman ne söyleyeceklerini iyi biliyorlar!

Burkay Kılavuz

Sayı:7 Ekim 2013/Ulukayın Dergisi


Ek: 
Yukarıda yazdıklarıma rağmen, Serdengeçti'yi savunan ülkücüler için aşağıdaki gazete küpürlerini paylaşıyorum. 


10 Haziran 2013 Pazartesi

Sağlam Kafa – Sağlam Vücut


Hepimiz atalarımızın savaşçı olmasıyla övünürüz, bundan kıvanç duyarız. Bu övünmek milli bir hız, milli bir heyecan yaratır yüreklerimizde. Gel gelelim ciğerleri katranlaşmış, tükenmiş bir kuşak ile karşı karşıyayız.
Sigaraya başlama yaşının çok küçük yaşlara düştüğü ülkemizde gençlerimizi çok büyük tehlikeler beklemektedir. Sigara bağımlılığını alkol ve uyuşturucu izlemektedir.
Trabzon Halk Sağlığı İl Müdürü Dr. Köksal Hamzaoğlu’nun geçtiğimiz aylarda yaptığı bir açıklama bu konuda yapılan araştırmaların sonuçlarının ne derece ciddi olduğunu gözler önüne seriyor:
“Madde bağımlılığına başlama yaşı sigara için 10, alkol için 11, uyuşturucu için 12’dir. 9 ile 17 yaş arası gençlerimizin yüzde 16’sı sigara, yüzde 11’i alkol, yüzde 2,9’u uyuşturucu kullanmaktadır. Dünyada yaklaşık 184 milyon kişi uyuşturucu bağımlısıdır. Cinayet, boşanma, hırsızlık, intihar, trafik kazaları gibi suçların yüzde 80 sebebi alkoldür. Türkiye sigaraya bağlı hastalıkların tedavisi için her yıl 8,5 milyar dolar harcamaktadır. Ülkemizde her yıl 200 bin kişi, dünyada her 13 saniyede 1 kişi sigara sebebiyle ölmektedir.”
Hepimizin iyi bildiği şu sözleri hatırlarsınız: “Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur” der Atatürk.
Bu konuda Nihal Atsız da “Türk milletinin yaşaması isteniyorsa önce ele alınacak konu onun sağlığını sağlamaktır.” der ve devam eder: “Sağlık konusu yalnız iyi beslenme, güneşten faydalanma, beden hareketi yapma meselesi değildir... Türlü kanser ve cinnetlere sebep olan fabrika ve kalorifer dumanları, egzoz gazları, tütün, ağır alkollü içkiler gibi ırkı tahrip edici faktörlerin mutlaka önüne geçilmelidir.”
Türkiye’de gençleri spora yönlendirme konusu ne yazık ki eksik kalmaktadır. Anne ve babaların bu konuda çocuklarına desteği son derece önemlidir. Sadece teşvikler yeterli değildir. Uygun ortamı yaratmak da önemlidir.
*
Savaşçı bir millet olmanın gereğini yerine getiriyor muyuz?
Japonların Karate’si, Çinlilerin Kungfu’su, Taylandlıların Muay Thay’ı, Korelilerin Teakvondo’su dünyada kabul gören savaş sanatları arasında yer alırken biz Türklere ait olan ne var?
Kendi ata sporumuz olan güreşe bile yeterince sahip çıkamıyoruz! Peki bizim ata sporumuz yalnızca güreş mi? Ki güreş ağır idman gerektiren bir daldır. Herkesin yapabilmesi günlük yaşamımız dikkate alındığında pek mümkün görünmüyor.
Tüm evrene savaşmayı öğreten Türkler’in neden kendilerine özgü bir savaş sanatı yoktur? Elbette vardır. Yukarıda saydığım milletlere, çok eski zamanlarda, dövüş sporlarının Türkler’den geçtiğini düşünüyorum.
“Osmanlı Tokadı” diye bildiğimiz silahsız savunma ve saldırı sanatı Türkler’e özgü dövüş sporlarından sadece birisidir. Kendine ait felsefesi vardır. Örneğin Osmanlı Türkleri’nde bir kavgada taraflar asla birbirine yumrukla müdahale etmezlerdi. Yüzde kalıcı zarar bıraktığı için yumrukla saldırmak son aşamaya bırakılırdı. Yumrukla ilk saldıran ayıplanırdı.
Temeli çok eski tarihlere inen Türk savaş sanatları hakkında konunun uzmanları büyük bir çalışma yapmalıdır. Eller ve tekmelerin kullanıldığı, güreşin de içine katıldığı milli bir savunma ve saldırı sanatı geliştirilmeli, Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından da desteklenmelidir.
Bugün “Kickboks” diye bildiğimiz en çok bilinen dövüş sporu bile, kendine özgü bir temeli olmayan spor dalıdır. Çeşitli dallardaki (Karate, Thai Boks (Tayland Boksu) ve batı boksu) savaş sanatlarının karışımı olarak 1960’lı yıllarda ortaya çıkmıştır.
Peki şuan için biz ne yapmalıyız?
Ülkemizdeki var olan spor dallarında kendimizi geliştirerek her kaynaktan yararlanmalıyız. Bir gün kendi dallarında uzmanlaşan Türk sporcuların bir araya geleceği, milli bir dövüş sanatı yaratmak için beyin fırtınası yapacağı günleri görebilmek, şimdiden bir adım atmakla olur ancak. Türk savaş sanatları hakkında ayrıntılı olarak inceleme yapacağımız yazıları öbür sayılara bırakıyoruz.

Türk gençliği, dimağını sağlam tutması gerektiği gibi bileğini de sağlam tutması gerekir. Ne tür bir savaşım içinde olduğumuzu Türkçüler çok iyi biliyorlar. Bu yüzden savaş sanatlarına Türkçü gençlerin özellikle eğilmelerini istiyorum.

Burkay Kılavuz
Ulukayın Dergisi/Sayı 3-4 2013

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Andalığın da Bir Hukuku Var

Edepsizler meydanından yer verme bize Tanrım
Bu devirden geride ko bu devirden etme bizi

Türkçü gençler arasında yaygınlaşan "andalık" kavramı, Nihal Atsız’ın romanlarını okuyup etkilenen gençlerin birbirleri arasında kullandıkları bir hitap biçimini almıştır. Anlamı; “kan kardeşi” demektir.
Bozkurtların Ölümü’nde şöyle geçer:
“Onbaşılar kımızdan birer yudum içtikten sonra kalanını toprağa serptiler:
- “Gök tanık olsun. Yer tanık olsun. Ağaç tanık olsun. Su tanık olsun. And içtik. Anda
olduk. Kan kardeşiyiz”  dediler.”
Kullanımı kadar anlamına da sahip çıkmak gerekir.
Kan kardeşliği (andalık) kavramıyla, ilkokul çağlarımda Ömer Seyfettin’in “And” adlı öyküsüyle tanıştım. Orada, Mıstık’ın andası için kuduz köpeğe karşı canını öne koyduğu atılış, yaşamım boyunca adanmışlığın simgesi oldu.  
Yaşamım süresince dostluk kurduğum ya da bir biçimde tanış olduğum kimselerin sıkıntılarında her zaman en önde olma güdüsü buradan geliyor.
İnsanların birbirleri için fedakârlıkta bulunması kadar erdemli bir davranış yoktur. Karşılık beklenmeden atılan her adım kurulan dostlukların temeline işler. 
Birbirine “Anda” diye hitap eden birçok kişi bu öyküden habersizdir. Oysa andalığın nakış nakış işlendiği bu şahane kısa öykü her Türk çocuğunun küçük yaşta okuması gereken ender eserlerdendir.
Okumamışlığı olanlar mutlaka okusunlar, orada bir Türk’ün can dostu için yaşamını feda eden atılışı-geri dönmeyişi anlatılıyor.
Günümüzde birbirinin ayağını kaydırmak için pusuda bekleyen sözde(!) andalar bir yana, Mıstıklar bir yana. Böyleleri az gelir yeryüzüne. Hele de merdin hasına hasret olduğumuz şu günlerde mumla arıyoruz Mıstıkları.
Öyküde Türk çocuklarının ahlakî saflığı ön plandadır. Bu değerler içerisinde andalığın tanımı şöyle yapılıyordu:
“ Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna "ant içmek" derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, dertli günlerinde birbirlerine koşarlar.” 
Mıstık’ın kan kardeşi için kendini feda edişi göz dolduracak nitelikte bir ibretlik durumdur.
“Bilmiyorum, aradan ne kadar zaman geçti? Belki altı ay... Belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu unutmuştum nedense. Yine birlikte oynuyor, okuldan eve birlikte dönüyorduk. Bir gün hava çok sıcaktı. Büyük Hoca, bize yarım günlük tatil verdi. Tıpkı perşembe günü gibi... Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum... Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklamdı. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yığılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç adam kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, "Kaçınız, kaçınız, ısıracak!.." diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Önce ben biraz kendimi toplayarak, "Aman, kaçalım..." dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O zaman Mıstık, "Sen arkama saklan!..." diye haykırdı, önüme geçti. Köpek ona saldırdı. 
İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı. 
Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık'ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu savaş, bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün gücüyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık, "Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi..." diyordu. Evine götürdüler.” 
Köpeğin kuduz olması Mıstık’ın yaşamına mâloldu.
Ve öykü şöylece biter:
“…Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Belleğimde sonsuz ve mor bir tanyeri ülkesi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Ve hep, farkında olmayarak sol elimin işaret parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bir küçük yara izi, bence çok kutsaldır. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen o aslan ve kahraman hayalini görürüm. 
Ve ulusumuzdan, sezgilerle bezeli Türklükten uzaklaştıkça, daha kokuşmuş derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun, bu ahlâk ve bozuculuk, vefasızlık ve bencillik, bayağılık ve miskinlik cehenneminin dibinde, üzgün ve şartlanmış kıvranırken, saf ve nurdan geçmiş, kaybolmuş bir cennetin gerçekten uzak bir serabı halinde karşımda açılır... Beni mutlu eder. Saatlerce Mıstık'ın anısıyla, bu aziz ve soylu üzüntünün eskiyip, unutuldukça daha çok değeri artan tatlı hüzünlü acısından tat duyarım...”
İnsanların ikiyüzlülüğünden, beleşçiliğinden, engerekliğinden ve korkaklığından her nefret edişimde Mıstık gözümde canlanır ve hüzünlü sonu gözlerimi doldurur.


Burkay Kılavuz

Sayı:2 Mayıs 2013/Ulukayın Dergisi

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Vaktiyle Bir Atsız Varmış-Kitap


Fırat Kargıoğlu tarafından hazırlanan kitabın içeriği başlıca şöyledir:

* “Sunuş” – Dr. Buğra Atsız

* “Önsöz” – Prof. Dr. İskender Öksüz

* “Bir Nefeslik Ziyafete Başlamadan Evvel Bir Girizgâh” – İsa Dadallı

* “Toplu Bakış: Yazmasam Deli Olacaktım” – Fırat Kargıoğlu 

* “Bir Garip Adam [Biyografik Deneme]” – İlkin Esen Yıldırım

1. BÖLÜM - "BİTMEK BİLMEYEN MESELELER..."

* “İçten”, Açıkyürekli Bir Yorumlama Gereksinimi Ya da Atsız’a Komplekssiz Bir Bakış” – Emre Koşak

* “İki Aykırı İdealist: Faşizm İddiaları Bağlamında G. Gentile ve H. Nihal Atsız” – Mustafa Onur Tetik

* “1944: Atsız Haklıydı…” – Burkay Kılavuz

* "Atsız Bey ve Alparslan Türkeş” – Murat Yılmazer

2. BÖLÜM - "ANLARIZ ATSIZ'I FELSEFEYLE İLİMLE..."

* “Türkçülüğü Anlaşılmasına Engel Bir Entelektüel” – İkbâl Vurucu

* “Savaş Bağlamında Atsız’ın Yaşam Felsefesi” – Mete Aksoy

* “Atsız ve Din Üzerine” – Ferit Salim Sanlı

* “Bir Entelektüel Olarak Atsız’ın Siyâsete Bakışı: Hocaoğlu İle Bir Mukâyese” – Halil İbrahim Koç

* “Atsız’ın Dil Davası” – Yunus Emre Uyar

* “Atsız ve Hegel: Analojik Bir Okuma” – Ziya Kıvanç Kıraç

* “Atsız’ın Kimlikleri” – Murat Karataşlı

* “Mitoloji, Toplumsal Hafıza, Fantastik Edebiyat ve H. N. Atsız” – M. Bahadırhan Dinçaslan 

* “Atsız Vesilesiyle Kutsallar ve Kutlular Üzerine: İktisat Hususunda Bir Çerçeve” – Oğuz Atalay

* “Atsız ve Ayn Rand: Metot Dışı, Aykırı Bir Bakış” – Afşar Çelik

3. BÖLÜM - "BİRAZ DA ŞİİR YA DA 'YOLLARIN SONU'..."

* “Dilaver Cebeci’nin Atsız’a “Dokuzlama” Vedası ve Bir Ruh Bütünlüğünün Yansıması Beyanındadır” – Erkan Çakıcı

* “Türkçe Gönül Dilimiz: Atsız Ata ve Türk Kızı” – Zülfükar Aytaç Kişman

10 Nisan 2013 Çarşamba

DİNDAR(!) İHANET YAYINLARI

Geçenlerde ilk sayısına rastladığım “Sancaktar” isimli haftalık dergiden bahsedeceğim.
Hürriyet, Adalet, İttihad-ı İslam” düsturuyla yayına başladı Sancaktar.
Bu tür yayınlara para vermem. Kendimize ait gazete bayiimiz olduğu için bu tür dergileri ve gazeteleri inceleme fırsatım oluyor.

Ana sayfada dikkatimi çeken “Kemalizm’e TAM OLARAK nasıl bakmalıyız?” başlığı oldu. Ve soluksuz okudum. Kalp atımlarımın seyrini bozduğu itiraf etmeliyim.
Yazı hiç de alakası olmadığı hâlde Kelime-i Şahadet getirerek başlıyordu.
“Atatürk ilke ve inkılâpları”,”Atatürkçülük” ve “Kemalizm” derken doğrudan doğruya Türklüğe ve Türkçülüğe saldırıldığı pek açıktı.

Yazının baştan sona saçmalıklarla dolu olması, beyni sulanmış bir kimsenin kaleminden çıktığını apaçık ortaya koyuyordu.

SANCAKTAR:
“Bir lidere yücelik atfederek onun heykellerini dikmek ve o heykellerin önünde saygı duruşunda bulunmak, Mekke müşriklerinin putperestliğini hatırlatıyor.”

Dünyanın neresine giderseniz gidin Türklerin hiçbir zaman put ve benzeri şeyleri ilah olarak kabul etmediğini görürsünüz. Tarih boyunca da Türkleri diğer milletlerden farklı kılan bu özelliği herkesçe malûmdur. Atatürk Türk Milleti için önemli bir şahsiyettir. Bir başbuğdur! Yok olmanın eşiğine gelmiş Anadolu Türklüğü O’na güvenmiş, O’na canını teslim etmiş ve O’nun önderliğinde bağımsızlık savaşı vermiştir. O karanlık ve esaret yıllarında Tanrı tarafından Türklere gönderilmiştir Bozkurttur!
Atatürk’ün heykeli önünde durarak, O’na selam vermekle, saygı göstermekle hiçbir Türk’ün dini inancı sarsılmaz!

SANCAKTAR:
“…Şirk deyince: Cumhuriyetin resmi şairlerinden birçoğu, cumhuriyet ideolojisini yeni bir din ve Mustafa Kemal’i de hâşâ peygamber ve hatta tanrı ilan ettiler; “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya yeter”, “ Atatürk’e Mevlit”, “ Atatürk Ekber” gibi iğrenç şiirler yazdılar. Mustafa Kemal bu tür şiirlerin yazılmasını engellemedi. Zaten ilk heykelini de bizzat kendisi diktirdi. Kendisine kutsiyet atfedilmesinden hoşnuttu.”

Osmanlı Devleti’nde Türk’ün “'Türk-ü sütürk' (Azgın Türk), 'Türk- bed lika' (Çirkin Yüzlü Türk), 'Etrak-ı bi idrak' (Anlayışsız, Akılsız Türk), 'Nadan Türk' (Kaba, Cahil Türk), 'Eşirra-Etrük' (Şerli Çok Kötü Türk), Kızılbaş-ı evbaş ( Kızılbaş Rezili), Etrak-i na-pak (Pis, Murdar Türk) “ diye aşağılandığı bir dönemden, Türk’e Türk olduğu için değer verilen bir cumhuriyet süreci Atatürk ile başlamıştı. Haliyle bu dönemin söylemleri ve uygulamaları bu ezilmişliğin ve aşağılanmışlığın bir dışa vurumudur. Atatürk’e övgü konusunda bazen aşırıya kaçıldığı söylemler var fakat asla günahkârlık değildir! Atatürk kendisine kutsiyet atfedilmesinden ve övülmesinden hiçbir zaman hoşnut olmadı. O’nun şu sözleri kutsiyetin neyde gizli olduğunu pek açık anlatıyor:

“Bana, insanlar üstünde bir doğuş yüklemeye kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük, Türk olarak dünyaya gelmemdir.”
"Bu ulusu ben değil içimizdeki ruh, damarımızdaki kan kurtarmıştır."
“Hayattaki yegâne üstünlüğüm, Türk doğmaktır! “
“Eğer bende bazı fevkaladelikler görüyor, buluyorsanız bunları sadece ve yalnız Türk olmama, Türklüğüme bağlayınız.”

Bu ülkede kendisine kutsiyet atfedenler esasında din altında kendini ermiş kişi gösteren ruh hastalarıdır. Misal mi istiyorsunuz? İşte,

“(Halil Çınar Anlatıyor)…Rus'tan gelen kurşunlar, Bediüzzaman'ın aziz vücuduna isabet ettiği halde, kendisine hiç tesir etmiyordu. Aynı zamanda elini kaputunun cebine atarak, Rus kurşunlarını cebinden çıkararak, Müslüman askerlere gösteriyordu. Vücuduna değmeyen kurşunları askerlere gösterirken, şöyle diyordu: "Bu kurşunlar bihakkın Müslüman olanlara tesir etmez."
(Necmettin Şahiner, Son Şahitler, http://www.risalehaber.com/news_print.php?id=81267)

Menemen Olayı sırasında kendisine kurşun işlemediğini söyleyen mehdinin durumu da malumunuzdur!

SANCAKTAR:
“CHP’li despotlar Mustafa Kemal’e Atatürk ismini verdiler diye biz kendisini bu isimle anmak zorunda değiliz. “Atatürk” demek Türk’ün atası demek. O ismi canı gönülden telaffuz eden bir Türk, cumhuriyetin ilanını Türk tarihinin miladı olarak kabul etmiş olur. Türk’ün varlığını “Atatürk İlke ve İnkılapları” denilen müktesebatla(Elde edilmiş olanlarla) kaim(baki) olarak gördüğünü ifade etmiş olur. İslami geçmişten kopmakta bir mahzur görmediğini beyan etmiş olur. Nitekim kendilerini “Atatürkçü” yahut “Kemalist” olarak tanımlayanlar genellikle cumhuriyet öncesini reddeder, ondan tiksintiyle bahseder, İslamiyet’le şu veya bu sorunlarını faş etmekten de geri durmazlar. İslamiyet’le sorunlu olmak işin tabiatında var.”

Sanırsınız ki Türklük aşkıyla yanan bir Türk milliyetçisi bu satırları yazıyor(!). Nasıl da gözlerimiz yaşardı. Demek Türk’ün varlığı cumhuriyetten önceye dayanıyormuş(!).
Savaşlarda başarı göstermiş kimselere ad verme geleneği çok eski bir Türk âdetidir. Atatürk’e bu ad, anasının ak sütü gibi helâldir. Nihal Atsız’ın dediği gibi,
"Şunu da unutmamalı ki; O Sakarya ve Dumlupınar Meydan Savaşları'nı kazanmış bir kumandan, mahvoldu sanılan bir milleti kalkındıran devlet adamıydı. Tehlike anlarında ülkesini bırakıp gitmiş ve unvanını durup dururken almış değildi.''

Osmanlı döneminde medreselerde okutulan tarih derslerinde, Türklerin İslamiyet öncesi tarihine kesinlikle değinilmemekte, hatta Selçuklular dahi ayrıntısına inilmeden Osmanlı tarihine geçilmekteydi. Türklerin çok büyük medeniyet sahibi bir uygarlık olduğunu bilen Atatürk, bu konudaki eksiklikleri gidermek adına ilmi çalışmaların yapılması için çokça emek sarf etmiştir.
Yukarıdaki satırlarda Türklüğü savunur gibi görünüp Atatürk’e saldıran zavallı, İslam öncesi şanlı Hun, Göktürk, Uygur, Hazar tarihlerini Türk tarihine dâhil olarak kabul ediyor mu yoksa Türklüğü savunur gibi gözüktüğü maskesi burada düşüyor mu?

SANCAKTAR:
“Mustafa Kemal, İslamiyet’le çözemediği sorunları olan bir Frenk mukalliti (Batı taklitçisi) idi.”
Atatürk, Türk toplumunun dini sorunlarını çözmeye son derece gayretli birisiydi. Hacı-hoca takımının halkı aldatmasından, kandırmasından bıkmış birisi olarak Kuran’ın Türkçe’ye çevrilmesi hususunda oldukça fazla çaba sarf etti.

Ezbercilikten ziyade anlamaya yönelik bir din eğitimi çıkarcıların ve fesatçıların işine gelmez!
Atatürk’ü batılı diye sanık sandalyesine oturtanlar doğunun sefilliği içinde boğulmuş fikir fukaralarıdır. Atatürk’ün batılılaşmaktan neyi kastettiği açıkça ortadadır. Bu konuda etkisinde kaldığı Ziya Gökalp 1922’de şöyle bir yazı yazar:
“Kabul etmediğimiz takdirde Batı devletlerinin esiri olacağız. Batı Medeniyetine hâkim olmak yahut batı devletlerine mahkûm olmak, bu iki şıktan birini kabul mecburiyetindeyiz. Bugün artık şu hakikat anlaşılmıştı: Avrupa’ya karşı hürriyetimizi ve istiklalimizi müdafaa
edebilmek için Avrupa Medeniyetini iğtinam etmemiz lazımdır. Avrupa medeniyeti müspet ilimlerden ve sınaî tekniklerden, içtimaî teşkilatlardan ibarettir.”

Atatürk’ün “Batılıların nelerini milletiniz için almak istersiniz?” diye soran yabancı bir gazeteciye cevabı son derece önemlidir:
“ Biz batı medeniyetini bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyet seviyesi içinde benimsiyoruz.”

SANCAKTAR:
“Mustafa Kemal de İngilizlerle ilk temaslarından sonra Enver Paşa’ya yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:
- “İngilizlerle anlaştığımız takdirde İslam dünyasının hiçbir yerinde İngilizler aleyhinde tezviratta bulunmayacağınızı taahhüt edin.” Bu cümle, kurulacak olan yeni devletin psikolojik sınırlarını da ortaya koyuyordu. İslam dünyası ile ilgili davalardan vazgeçilecek, dünya sisteminin lordları zinhar rahatsız edilmeyecek, ne surette olursa olsun onların yoluna çıkılmayacak ve bu sayede cumhuriyet payidar olacak!
Binaenaleyh, “Kemalist” rejimi benimsediğimiz anda emperyalistler tarafından haddimizin bildirildiğini kabul ve onların tayin ettiği haddi aşmayacağımızı taahhüt etmiş oluruz. “Atatürkçülük” veya “Kemalizm”in anti emperyalistliği yalandır.”

Kendisi meçhul bir mektuptan yola çıkılarak Atatürk’ün İngilizlerle anlaştığına kadar lafı getirmişler. Bu konuda biz ne söylersek söyleyelim bir yabancının söylediği sözlerdeki gerçeklik kadar tarafsız olamayız. O vakit sözü onlara bırakalım.

Bakın İngiliz tarihçi Geoffrey Lewis’in “Modern Türkiye” adlı eserinde ne diyor:
“…(Çanakkale’de) İngiliz çıkarmalarını önleyen ve Yarımada’yı boşaltmalarını sağlayan (başlıca etken), her şeyden daha çok onun liderliği oldu. İstanbul’u kurtaran bu harekât, onu bir millî kahraman yaptı… Artık Paşa olan Mustafa Kemal, daha sonra Kafkaslar’a gönderildi… Ağustos 1916’da, Bitlis ve Muş’u Ruslardan geri aldı. Ağustos 1918’de, Suriye’ye gönderildi… (Orada) yenilgiye uğramış olan Türk askeri için, O, sadece bir kahraman değil; İngilizleri Çanakkale’den fırlatıp atan ve Suriye’de avlarından mahrum bırakan adam olarak, tek kahramandı…”

1921'de General Harrington’un, İngiliz makamlarına yazdığı bir yazı Atatürk’ün İngilizlere karşı verdiği mücadelenin en saf ispatıdır:
"Mustafa Kemal tamamen haşindir. Bizim içerde ve dışarıdaki güçlerimizi iyi bilmektedir. Tarafsızlığımıza inanmamaktadır. Yunanlıları yine yeneceğinden ve daha sonra da bizi buralardan kovacağından emin gibidir." (Kaynak: Mustafa Kemal ATATÜRK-Dr.Hüseyin AĞCA)

SANCAKTAR:
“…Türkiye Cumhuriyeti’nin en trajik sayfalarını bizzat Mustafa Kemal yazdı ve bizzat yazmadıklarına da ilham kaynağı oldu. Şeyh Said liderliğindeki İslami içerikli Kürt Ayaklanması ile Dersim İsyanı’nı kaçınılmaz kılan uygulamalar, o ayaklanmaları bastırmak adına çoluk çocuğun dahi hunharca katliamdan geçirilmesi, Mustafa Kemal’in otoritesi altında gerçekleşmiştir.
PKK’yı doğuran şartlar(akıl almaz zulümler) ve 30 yıldır neredeyse hiç durmadan akan kanda “Atatürkçü” yahut “Kemalist” taassuptan kaynaklanıyor.”

Şeyh Said’in çıkardığı ayaklanma uygulamalardan veya baskılardan dolayı değil, Türk devletinin bir vatandaşı olmak yerine İngilizlerin uşaklığında Kürdistan kurma sevdasıyla çıkarılmış bir isyandır.
Taşnak örgütünün desteğini alan, Hoybun örgütünün lider kadrosundan olan Baytar Nuri’nin çıkardığı ayaklanmayı(Tunceli) haklı bulmanız, içinde bulunduğunuz ihanetin vahimliğini gösteriyor!
PKK’yı doğuran şartlar tabiatın bağrında yeşermiş doğal bir isyan değil, Batının kucağında beslenmiş ve yeşermiş bir yapay davadır.

Zaten bunları idrak edebilecek kafanız olsaydı, yukarıdaki saçmalıklarınızı okuyor olmazdık! Türkiye, din adı altında yayın yapan hain sayfalara alışıktır.
İslami ad altında bir ihanet yayını daha: Sancaktar!
Tüm sömürgecilere ve yerli işbirlikçilerine kutlu olsun! Cepheye taze kan geldi!


Burkay Kılavuz

Ulukayın Dergisi Sayı:1 Nisan 2013