10 Mart 2010 Çarşamba

Canlılar Arasındaki Üstünlük Farkı

Tanrı’nın her canlı varlığa verdiği hayatta kalabilme yeteneği hepsinde farklı farklıdır. Hepsi de bu açıdan birbirlerine, var olan özellikleri bakımından üstünlük sağlamaktadırlar. İnsanlar arasında da bu durum istisnasız olarak vardır.
Doğal hayata baktığımızda bir kurdun beyninin köpeklere oranla yüzde otuz daha büyük olduğunu görürüz. Bu kurtlar için köpeğe göre bir üstünlüktür. Develer ortalama 250 İt su içebilir. Çöl ortamında bu özelliği kendisine bir üstünlük sağlar. Hayatta kalabilme süresini uzatır.
İnsanlar açısından olaya yaklaştığımızda da aynı misallerle karşı karşıyayız. Milletlerin kimi meziyetleri birbirleri arasında üstünlük doğurmuştur. Gen aktarımı ile devam eden bu meziyetler, olağanüstü durumların ve şahısların ortaya çıkmasında birinci dereceden rol oynamıştır. Türklerin savaşçılık ve medeni yaşama tarzları diğer milletlere göre bir üstünlüktür. Bu üstünlüğü sayesinde binlerce yıldır çok büyük savaşlar geçirmesine rağmen bir türlü yıkılmamıştır. Kimi zaman ordularının bile silahsızlandırdığına şahit olduğumuz Türkler, en güç koşullarda dahi yok olmamışlardır.
Hayvanların aksine insanlarda gerçekleşen melezleşmeler var olan yeteneklerin körelmeşine yol açabilir. Bu sebeple, anadan-babadan aktarılan meziyet ve yeteneklerin kendi çocuklarına geçmesi, bunu baskın olarak gösterebilmesi için toplumun kendi içinde evlilik yapması gerekir. İnsanlarda ırk aranmaz, atlarda aranır dense de, tarihi tersine çeviren insanların yaradılışında ana ve babadan gelen genlerin etkisinin ne kadar etkin derecede rol oynadığı ortadadır. Bu yüzden Türkler büyük şahsiyetler yetiştirmede diğer milletlere oranla daha öndedir.
Toplulukların kaderlerinde, taşıdıkları genlerin büyük önemi vardır. Çingeneler bugün hırsız, çalgıcı ve güvenilmez olarak hafızalara kazındıysa bunun tek sebebi taşıdıkları aşağı karakter özelliklerindendir. Yoksa kendileri gibi aynı yoksulluk ve yaşam tarzına sahip Türkler de yok değildir. Ama aç kalsa ve ölse dahi yapmayacağı şeyler vardır Türklerin. İstisnaları bu tanımın dışında tutmak, gerçek tanımı yapmak açısından önemlidir.
Kültürün de, dilin de, inanç yapısının da oluşmasında Türklerde soyun büyük önemi vardır. Diğer milletlerin yapı taşları farklı olabilir ama Türklerde soy mühim bir olgudur.
Milli şuurdan yoksun kişilerin ağızlarına doladıkları “bütün insanlar eşittir” sözü boş bir ifadedir. Milletlerin taşıdığı özelliklere göre bazıları diğerlerine göre üstündürler.
Hümanizm denen aptallık, insanların hayatta kalabilme şansını ve varlığını devam ettirebilme yetisini azaltan derin bir uykudur. Biz Türkler için, düşmana silahsız teslim olmakla eş değerdir.

Burkay Kılavuz


Genç Atsızlar Dergisi Sayı:3/2010

9 Mart 2010 Salı

ATSIZ HAKLIYDI

1944 yılı Türkiye açısından önemli bir yıl olmuştur. 2. Dünya Harbi yürürken, savaşın gidişatı Türkiye'de de birçok şeyi değiştirmişti. Almanya’nın 1 Eylül 1939'da Polonya'ya saldırması ile başlayan süreçte Adolf Hitler’in zaferine kesin gözü ile bakılıyordu. 23 Ağustos 1939'da Sovyet Rusya ile Almanya arasında Avrupa'nın paylaşılmasını konu alan ittifak antlaşması imzalanmış olmasına rağmen, Almanya'nın güçlü ilerleyişi Rusya'yı rahatsız etmiş ve aradaki ittifak bozulmuştur. 23 Haziran 1941'de Hitler Rusya'ya saldırmıştır.
Almanya'nın amaçlarından birisi Türkiye'yi kendi saflarında savaşa sokmaktı. Çünkü Irak ve Suriye'de iktidarı ele geçiren yandaşlarından gelecek yardımı Anadolu üzerinden geçirmek istiyordu. Bu amacın gerçekleşmesi yolunda en büyük hizmeti Türkiye Alman Büyükelçisi Franz Von Papen yapmıştır. Papen'in en tehlikeli tahriki, o dönem Rusya esaretinde bulunan Türklerin bağımsızlıklarına kavuşmasını hedef alan çalışmalarıydı. Almanya bu şekilde Rusya'yı içten yıkarak savaşı kazanma düşüncesindeydi. Bu amaçları doğrultusunda Türkiye'deki Türkçü-Turancı kesimin içine sızmaya çalışmışlardır. Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop'tan Von Papen'e gönderilen gizli kayıtlı emir şöyledir: “Büyük elçinin şahsına, 20 Kasım tarihli ve a-6164 sayılı bildirinize cevaben, malî durumlarının yetersizliği dolayısıyla Türkiye'deki dostlarımızı destekleyebilmemiz için size 5 milyon altın Reichmark gönderilmesini emrettim. Bu parayı rahatça ve bol bol harcamanızı ve kullanma yeri hakkında bana bilgi vermenizi rica ederim.”1
Ribbentrop'un Von Papen'e yolladığı bu emir, Almanların o dönem ülkemizdeki faaliyetlerini açıkça belgeliyor. Bu, şu demek değildir: “Türkçü- Turancı akım Alman kaynaklı bir faaliyettir.” Bu anlayış tamamı ile yanlıştır. Nihal Atsız ve çevresine baktığımızda her şeyi net olarak görebiliyoruz. Birazdan kimlerin Alman hayranı(!) kimlerin samimi Türkçü olduğunu göreceğiz.
Hükümet ve kabinede olanlar içinde Almanya sempatisi taşıyan birçok kişi vardı. Misâl, Almanların güçlü ilerleyişi Başbakan Şükrü Saraçoğlu'nu etkilemiş olacak ki, 1942'de hükûmeti kurarken şu sözleri sarfetmiştir: "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir." Von Papen, hatıralarında Başbakan Saraçoğlu ve kabinesindeki Numan Menemencioğlu'nun Alman hayranı olduklarından ve kendileriyle çok iyi diyalog kurduklarından bahseder.
Niyazi Berkes'in yazdıklarında: “ Nazi orduları kısa süre içinde Rusya'yı yok edecek; oradaki ırktaşlar bize katılacaklar. Bu iki yön, Halk Partisi Genel Sekreterinden (Memduh Şevket Esendal) başbakanına ( Saraçoğlu) kadar birçok kişinin umduğu olanaklardı.”2 Milli Şef denilen İsmet İnönü bile Almanya'nın zafer kazanmasından yanaydı. Amerikan Büyükelçisi Steinhard, 7 Ocak 1942'de İnönü'ye güven mektubunu sunarken İsmet İnönü'nün ağzından çıkanlar niyetini belli ediyordu: “Rusların büyük bir hızla Stalingrad'a ilerledikleri hâlde, Türkiye Cumhurbaşkanı, eğer Rusya Almanya'yı yenecek olursa, Sovyet emperyalizminin Avrupa'yı ve Ortadoğu'yu silip süpüreceği konusunda Steinhard'ı uyarıyordu. İnönü, bu arada Rusya’nın, eğer imkân bulursa boğazlara da el koymaktan çekinmeyeceği endişesini beslediğini belirtti.”3
Gördüğünüz üzere devlet yöneticilerinin fikirleri böyledir. Alman hayranı olan; Türkçü- Turancılar değil, Hükûmet’in ta kendisiydi. Türkçülük adı altında İsmet İnönü ve hükûmetlerinin icraatlarını öven birtakım insanlar da vardı.
“Atay'la İnönü kalbimizde hız
Ülkümüz uğrunda ölmek ahdımız
Şölenler kurulsun içilsin kımız
En ulu milleti biziz dünyanın”4
“ Türk bu gibi zor zamanlarda lazım olan ve kendi üzerine düşen içte itaat, Şef'e ve büyüklere güven, birbirlerine dayanma vazifelerini her milleten çok daha iyi bilir ve yapar.”5
Tüm bu yalakalıklar ve oyunlar dönerken, ülkede Nihal Atsız adlı edebiyat hocası Başbakana sözlerini hatırlattı. “Sözlerinizin arkasındaysanız” diyerek bir açık mektup ile Hükûmet’i uyardı. Orhun Dergisi’nde yayınlanan bu mektup milliyetçi kesimlerden Atsız'a birçok tebrik ve memnuniyet getirdi.
Yaptığı şey, herkesin o dönem cesaret edemeyeceği türden bir işti. Fakat ilk mektupta Hükümetten ses çıkmadı. Bunun üzerine Atsız bir sonraki sayıda ikinci mektubunu yayınladı. İkinci açık mektup, ilkine göre daha sert ve daha çarpıcı ifadeler içeriyordu. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in istifasına kadar isteklerde bulunuluyordu şu sözlerle;
”Sayın Başvekil! Buraya bilmecburiye yazarken büyük ıstırap duyduğum iki mısraında (beni mazur görmenizi rica ederim) bu vatan haini şöyle diyordu:
İsmet girmedi mi hâlâ hapse
Kel Ali'nin boynu vurulmuş mudur?
Maarif Vekâleti’nin sevgili memuru bulunan bir komünistin hapse girmesini temenni ettiği İsmet, pek kolaylıkla anlayacağınız gibi o zamanki Başvekil, şimdiki Reisicumhur ve hepsinin üstünde İnönü zaferlerinin Başkomutanı İsmet İnönü olduğu gibi, boynunun vurulmasını istediği Kel Ali de, Ayvalık'ta Yunana ilk kurşunu atan alayın kumandanı Ali Çetinkaya'dır. Bu hezeyanları yazan Sabahattin Ali, bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde, Maarif Vekili Hasan Ali'nin şahsî sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır.”
Sabahattin Ali'nin vatan hainliğine kadar değiniliyordu. Mektup etkisini gösterdi. Atsız açığa alındı. Kısa bir süre sessizlikten sonra Ankara'nın niyeti anlaşıldı. Hasan Ali ve Falih Rıfkı Atay'ın baskıları sonucu Sabahattin Ali, Nihal Atsız'a karşı hakaret davası açtı. Yargılama için Atsız, Ankara’ya geldiğinde O'nu kalabalık bir genç ordusu karşılamıştı.
26 Nisan 1944'de başlayan ilk mahkemede salon ağzına kadar dolmuştu. Mahkemenin ilk duruşması görülmüş, devamı için 3 Mayıs'a gün verilmişti
3 Mayıs 1944 günü geldiğinde Türkçülüğün tarihinde yeni bir sayfa açılmıştır. O güne dek görülmemiş bir şekilde mahkeme salonu doludur ve salonun dışarısı da binlerce Türkçü genci ile sarılmıştır, oraya Atsız'a sahip çıkmak ve destek olmak için gelmişlerdir. Türkçülük tarihinde o güne kadar böyle bir eylem görülmemişti. Bu gidişattan korkanlar belki de bu yüzden Türkçülüğü yozlaştırarak önüne set çektiler. Hem de Atsız'ın çevresindeki kişilerle...
Gençlerden bir kısmı mahkeme salonu ve çevresini doldururken bir kısmı da Ulus Meydanı’na yürümeye başladı. Dönemin iktidarının ödünü patlatan bu olay çok sert bir biçimde sindirilmeye çalışılmıştır. Bu gençliğin haykırışı bir darbe girişimi olarak nitelendirilmiş ve 165 genç tutuklanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı'nın seyrinin değişmesi ile güçlenen Rusya'ya yaranmak için dönemin yöneticileri tarafından yapılan bu adaletsiz ve hukuk dışı yargılama, Milli Şef'in de emriyle bütünüyle bir kâbusa dönüşmüş, memleketin öz evlâtları acımasızca dövülmüştür. Hem de devlet eliyle...
Alparslan Türkeş'in anılarında bu olay şöyle dile getirilir: " 3 Mayıs 1944 günü heyecanla sokağa fırlayan gençler kıyasıya dövüldüler. Kafaları yarıldı, gözleri patlatıldı. Bazılarının kolları, kaburgaları kırıldı".
3 Mayıs 1944 günü, Nihal Atsız ve o isimsiz binlerce Türk gencinin kutlu günüdür.
Hükûmet eksenli yayın yapan tüm gazeteler ve köşe yazarları da Türkçülere yüklenmeye başlamışlardı. İnönü’nün ve CHP'nin baş adamlarından Asım Us, gazetesinde şunları yazıyordu: Enver Paşa'nın İslamcılık ve Turancılık hayâli ile Osmanlı İmparatorluğu’nu çökerttiğinden ve Atatürk'ün doğru yolu bularak bunları terk ettiğinden bahisle, “İşte bugün ve Nihal Atsız ismindeki bir öğretmenin neşriyat yolu ile memleket gençliğine telkin etmek istediği Turancılık hakikati budur.” diyordu. Hâlbuki Nihal Atsız bir anda çıkmamıştı ortaya. Atatürk döneminden beri 14 yıldır aynı fikirlerle çıkardığı dergilerde bu konuları işliyordu. Bu da hükümet’in; işine gelince müsaade ettiği, işine gelmeyince yasakladığı anlamına geliyor.6 Tüm bunlar, savaşın seyrine göre Türkçülerin yargılandığı gerçeğini bir kez daha kanıtlıyordu.
Saldırının başını Ulus gazetesinin başyazarı Falih Rıfkı Atay çekiyordu.“Biz, büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlar değiliz... Türkiye'nin sınırları içindeki milli birliğe katılmak isteyen bütün Türklere yıllar yılı kapılarımızı açmış bulunuyoruz. Bu sınırlar içinde, kendi beğendikleri devletler içinde ve kendi diledikleri rejim altında mesut yaşamalarını dilemekten gayri düşündüğümüz yoktur. Türk gençliğine geçmişin kanlı hataları hatırlatılmamalıdır.
...
Biz Türkiye Türkçüsüyüz ve Türkiye istiklalcisiyiz.”7
Aramalar, yargılamalar ve sorgulamalar devam ederken İnönü'nün talihsiz nutku ile herşey daha da kötüleşmişti. 19 Mayıs 1944 nutkunda İnönü doğrudan Türkçü- Turancıları hedef almıştı.
Sovyet Rusya'ya yaranırcasına şu sözleri sarfediyordu: “Turancılık fikri, yine son zamanların zararlı ve hastalıklı göstergesidir. Bu bakımdan cumhuriyeti iyi anlamak lazımdır.”
İnönü, nutku ile ilgili olarak 19 Mayıs 1944 tarihli günlüğüne şunları yazar:”19 Mayıs Cuma. Bayram çok iyi bir havada ve muvaffakiyetle geçti. Siyasi beyanat yaptım. Irkçılığı ve Turancılığı itham ettim.”
CHP, olayı daha büyük boyutlara taşıdı. CHP genel sekreteri Memduh Şevket Esendal parti teşkilatına bir tamim yayınladı:
“Kendisini güya Türk milliyetçisi olarak tanıtmak isteyen bir yazıcının ( Nihal Atsız) kendi mecmuasında, Başvekil’imize yazdığı iki açık mektupta komünist olarak tanıdığı bir öğretmene vatan hainliği isnat etmesi üzerine bu öğretmenin açtığı dava görülürken, Ankara yükseköğrenim gençlerinden, adedi mahdut bir zümre ile birkaç lise öğrencisi bu yazıcıyı korumak için bir gösteriş yapmaya kalkışmışlardır...
İlkin şurasını aydınlatmak isterim ki, bu tahrikçilerin maksatları her ne olursa olsun, bir takım okul çocuklarının siyaset yapmaya kalkışıp sokak politikacılığına düşmeleri bizim milletimize asla yakışır işlerden değildir...
Turancılık gibi karanlık ve çıkmaz yollara sürüklemek isteyiş ve çocuklarımızı sokak politikasına sürükleyiş yalnız akılsızlık ve zavallılık ile izah edilemez, bunu milletimize karşı ihanet dolarak telakki etmeye mecburuz...
Yaşadığımız devirde, her zamandan ziyade programımızı yaymak ve milli şefimiz ve partimiz etrafında bütün vatandaşları toplamak vazifesi karşısındayız. Bu işte gayretlerinizi beklerim.”8
Türkçü-Turancılara karşı yapılan bu saldırıda dehşete düşmemek elde değil. Atsız ne yapmıştı? Memleketteki komünist sızmalardan bahisle, bir uyarıda bulunmuştu. İlerleyen satırlarda Atsız'a haklılık kazandıran olaylara şahit olacaksınız.
En ilginç olanlardan birisi de Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in Irkçılık-Turancılık adında kitap yayınlatarak, ilkokullara ders konusu olarak okutulması için gönderilmesi olmuştur. CHP’nin resmi tamimi ve İnönü'nün nutku da eklenerek okullarda okutulması zorunlu kılınmıştır. Bu olay Türkiye Cumhuriyeti için tam bir travma olmuştur. Tüm bu yapılanlar üzerine Moskova İlimler Akademisi Hasan Ali Yücel'e teşekkürname sunmuştur.9
İnönü'nün hedef göstermesinden sonra tutuklamalar devam etmiş, birçok kişi gözaltına alınmıştır. Tutuklamaların geneli Atsız'ın yakınında olan veya bir şekilde Atsız ile tanışıklığı olanları tutuklamak suretiyle olmuştur. Mesela Atsız'ın evindeki aramalarda bulunan mektuplarda Alparslan Türkeş ile yazışmaları bulunmuş, Türkeşde “ilişkisi var” denilerek tutuklanmıştır.
Son duruşma 29 Mayıs 1945'te yapıldı. 48 sanıktan bir kısmı zamanla tahliye edilerek 23 kişi kalmıştı. Bu son 23 kişiden 13’ü de beraat etti.
Bu davalarda en çok dikkati çeken şey de yargılananların işkencelere maruz kalmasıydı. Tabutluk denilen hücrelerde gördükleri işkenceler... Birçok kişi yazılarında ve kitaplarında bahsetti. Mahkeme sırasında da gündeme getirildi.
İçişleri Bakanı Hilmi Uran ne kadar “böyle bir şey yok” diye açıklama yapsa da, görgü tanığı gazeteci Emin Karakuş hatıralarında tabutlukların olduğunu yazmıştır. Karakuş, “İnsanların en büyük düşmanı Alman faşizminin metotları, bugün Atatürk inkılâbı Türkiyesinde, halkın gözünden gizli olarak tatbik sahası bulmaktadır.” 10 diyerek İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde Nazi Almanya'sından özenilerek inşa edilen bu tabutluklardan bahsetmiştir.
İşkenceler çeşitli şekillerde anlatılmıştır. Bunlardan en ilginç olanı Türkeş'in tırnaklarının sökülmesi olayıdır. Aslında böyle bir olay yoktur. Türkeş hatıralarında da bundan bahsetmez. Türkeş'e siyasi karizma kazandırmak isteyenler bu işkence edebiyatından fazlaca yararlanmışlardır.
31 Mart 1947 tarihli duruşmada Askeri Yargıtay tarafından bütün sanıklar suçsuz bulunarak beraat ettiler. Davanın beraatı, çeşitli şekillerde değerlendirilmeye başlandı. Olayın iç yüzü yavaş yavaş aydınlanıyordu.
“Turancılık olayı Rusların gözüne girmek için tezgâhlandı. Rusların bu oyunu yutmadığı görülünce, Turancılar aklandı.”11
Davanın savcısı Kazım Alöç, Mayıs 1967'de Yeni Gazete'de yayınlanan “İfşa Ediyorum. 1944–1945 Irkçılık ve Turancılık Davası” isimli yazı dizisinde, mahkemenin bir nevi kasıtlı olarak Türkçü-Turancıların aleyhine seyrettiğine dair itiraflarda bulundu.
“Şunu hemen belirtmek isterim ki, o zaman Nihal Atsız'ın, bahis konusu yazıda sayıp döktüğü komünist sanığı isimler üzerinde, ilgililer durmak lüzumunu göstermedi. Hâlbuki birkaç sene sonra bu isimler etrafında çok şeyler tespit ettik. Mesela 1946 yılında Komünist Partisi tahkikatı sırasında (Yurt ve Dünya) dergilerinin Komünist Partisi kontrolü altında neşriyat yaptığı tespit edildi. Hatta 1946 yılında Esat Adil Müstecabioğlu ve Dr. Şefik Hüsnü Değmer'in evlerinde, iş yerlerinde, partilerinde ve üzerlerinde yaptığımız aramalar neticesi elde edilen vesikalar da Sabahattin Ali'nin gizli komünist teşkilatıyla irtibatını ortaya koydu.”12
Yapılan bu itiraflardan sonra Atsız'ın haklılığı bir kez daha pekişmiş oldu. Ve 1944 yılı, hukuk adına, Türkiye açısından kara bir sayfa olarak tarihe geçmiştir. Biz, genç Türkçüler için de, çekilen çileler ve ıstıraplar bayrak olmuştur. 3 Mayıs 1944, tarihe Türkçülük günü olarak kaydedilmiştir. Her yıl çeşitli kesimler tarafından, bazen bayram havasında bazen de düğün havasında kutlanmaktadır. Hâlbuki 3 Mayıs'ta çekilen ıstıraplar, bizlere sevinmek ya da üzülmekten ziyade, anma günü olarak hatırlamamızı öğretiyor.
3 Mayıs 1944, her yıl anılacak ve Türkçülerin ruhu şad edilecektir. O dönem ile ilgili yaşananlar kısa bir yazıya sığdırılamayacak kadar geniştir. Zaman geldikçe herkese hatırlatacağız o günleri...
3 Mayıs Türkçüler Gününüz Kutlu Olsun. Çekilen Istıraplar Bize Ders Olsun!



DİPNOTLAR
1. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Dışişleri Bakanlığı-Almanya Dışişleri Bakanlığı, 2.Dünya Savaşı'nda Türkiye Üzerine Pazarlıklar 1939-1944,Çev. L. Konyar -N. Uğurlu, Örgün Yayınevi,İst. , 2005 , s.174-177
2. Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, Haz. R.Sezer , İletişim Yayınları, İst. , 1997, s. 164
3. Edward Weisband, 2.Dünya Savaşında İnönü'nün Dış Politikası, Çev. M. A. Kayabal, Milliyet Yayınları, İst. ,1974,s.36
4. Kopuz, Sayı 1, Mayıs 1943, s. 5
5. Çınaraltı, Sayı 22, 1 Ocak 1942, Erkilet'in “1942 yılına girerken” yazısından.
6. 1944 Türkçülük- Turancılık Olayı, Süleyman Kocabaş, s. 60, Vatan Yayınları
7. Ulus Gazetesi, 9 Mayıs 1944, Falih Rıfkı Atay
8. Irkçılık-Turancılık, Türk İnkilap Tarihi Enstitüsü yayınları,Ankara,1945, s.17-19
9. Öner -Yücel Davası, Kenan Öner,s.26
10. Karakuş, s.87
11. Berkes, s.11
12. Yeni Gazete, 15 Mayıs 1967, (1944 Türkçülük Turancılık Olayı, Süleyman Kocabaş, s. 79-80 )

Burkay Kılavuz

Yeni Orkun Dergisi /134.Sayı