10 Mart 2010 Çarşamba

Canlılar Arasındaki Üstünlük Farkı

Tanrı’nın her canlı varlığa verdiği hayatta kalabilme yeteneği hepsinde farklı farklıdır. Hepsi de bu açıdan birbirlerine, var olan özellikleri bakımından üstünlük sağlamaktadırlar. İnsanlar arasında da bu durum istisnasız olarak vardır.
Doğal hayata baktığımızda bir kurdun beyninin köpeklere oranla yüzde otuz daha büyük olduğunu görürüz. Bu kurtlar için köpeğe göre bir üstünlüktür. Develer ortalama 250 İt su içebilir. Çöl ortamında bu özelliği kendisine bir üstünlük sağlar. Hayatta kalabilme süresini uzatır.
İnsanlar açısından olaya yaklaştığımızda da aynı misallerle karşı karşıyayız. Milletlerin kimi meziyetleri birbirleri arasında üstünlük doğurmuştur. Gen aktarımı ile devam eden bu meziyetler, olağanüstü durumların ve şahısların ortaya çıkmasında birinci dereceden rol oynamıştır. Türklerin savaşçılık ve medeni yaşama tarzları diğer milletlere göre bir üstünlüktür. Bu üstünlüğü sayesinde binlerce yıldır çok büyük savaşlar geçirmesine rağmen bir türlü yıkılmamıştır. Kimi zaman ordularının bile silahsızlandırdığına şahit olduğumuz Türkler, en güç koşullarda dahi yok olmamışlardır.
Hayvanların aksine insanlarda gerçekleşen melezleşmeler var olan yeteneklerin körelmeşine yol açabilir. Bu sebeple, anadan-babadan aktarılan meziyet ve yeteneklerin kendi çocuklarına geçmesi, bunu baskın olarak gösterebilmesi için toplumun kendi içinde evlilik yapması gerekir. İnsanlarda ırk aranmaz, atlarda aranır dense de, tarihi tersine çeviren insanların yaradılışında ana ve babadan gelen genlerin etkisinin ne kadar etkin derecede rol oynadığı ortadadır. Bu yüzden Türkler büyük şahsiyetler yetiştirmede diğer milletlere oranla daha öndedir.
Toplulukların kaderlerinde, taşıdıkları genlerin büyük önemi vardır. Çingeneler bugün hırsız, çalgıcı ve güvenilmez olarak hafızalara kazındıysa bunun tek sebebi taşıdıkları aşağı karakter özelliklerindendir. Yoksa kendileri gibi aynı yoksulluk ve yaşam tarzına sahip Türkler de yok değildir. Ama aç kalsa ve ölse dahi yapmayacağı şeyler vardır Türklerin. İstisnaları bu tanımın dışında tutmak, gerçek tanımı yapmak açısından önemlidir.
Kültürün de, dilin de, inanç yapısının da oluşmasında Türklerde soyun büyük önemi vardır. Diğer milletlerin yapı taşları farklı olabilir ama Türklerde soy mühim bir olgudur.
Milli şuurdan yoksun kişilerin ağızlarına doladıkları “bütün insanlar eşittir” sözü boş bir ifadedir. Milletlerin taşıdığı özelliklere göre bazıları diğerlerine göre üstündürler.
Hümanizm denen aptallık, insanların hayatta kalabilme şansını ve varlığını devam ettirebilme yetisini azaltan derin bir uykudur. Biz Türkler için, düşmana silahsız teslim olmakla eş değerdir.

Burkay Kılavuz


Genç Atsızlar Dergisi Sayı:3/2010

9 Mart 2010 Salı

ATSIZ HAKLIYDI

1944 yılı Türkiye açısından önemli bir yıl olmuştur. 2. Dünya Harbi yürürken, savaşın gidişatı Türkiye'de de birçok şeyi değiştirmişti. Almanya’nın 1 Eylül 1939'da Polonya'ya saldırması ile başlayan süreçte Adolf Hitler’in zaferine kesin gözü ile bakılıyordu. 23 Ağustos 1939'da Sovyet Rusya ile Almanya arasında Avrupa'nın paylaşılmasını konu alan ittifak antlaşması imzalanmış olmasına rağmen, Almanya'nın güçlü ilerleyişi Rusya'yı rahatsız etmiş ve aradaki ittifak bozulmuştur. 23 Haziran 1941'de Hitler Rusya'ya saldırmıştır.
Almanya'nın amaçlarından birisi Türkiye'yi kendi saflarında savaşa sokmaktı. Çünkü Irak ve Suriye'de iktidarı ele geçiren yandaşlarından gelecek yardımı Anadolu üzerinden geçirmek istiyordu. Bu amacın gerçekleşmesi yolunda en büyük hizmeti Türkiye Alman Büyükelçisi Franz Von Papen yapmıştır. Papen'in en tehlikeli tahriki, o dönem Rusya esaretinde bulunan Türklerin bağımsızlıklarına kavuşmasını hedef alan çalışmalarıydı. Almanya bu şekilde Rusya'yı içten yıkarak savaşı kazanma düşüncesindeydi. Bu amaçları doğrultusunda Türkiye'deki Türkçü-Turancı kesimin içine sızmaya çalışmışlardır. Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop'tan Von Papen'e gönderilen gizli kayıtlı emir şöyledir: “Büyük elçinin şahsına, 20 Kasım tarihli ve a-6164 sayılı bildirinize cevaben, malî durumlarının yetersizliği dolayısıyla Türkiye'deki dostlarımızı destekleyebilmemiz için size 5 milyon altın Reichmark gönderilmesini emrettim. Bu parayı rahatça ve bol bol harcamanızı ve kullanma yeri hakkında bana bilgi vermenizi rica ederim.”1
Ribbentrop'un Von Papen'e yolladığı bu emir, Almanların o dönem ülkemizdeki faaliyetlerini açıkça belgeliyor. Bu, şu demek değildir: “Türkçü- Turancı akım Alman kaynaklı bir faaliyettir.” Bu anlayış tamamı ile yanlıştır. Nihal Atsız ve çevresine baktığımızda her şeyi net olarak görebiliyoruz. Birazdan kimlerin Alman hayranı(!) kimlerin samimi Türkçü olduğunu göreceğiz.
Hükümet ve kabinede olanlar içinde Almanya sempatisi taşıyan birçok kişi vardı. Misâl, Almanların güçlü ilerleyişi Başbakan Şükrü Saraçoğlu'nu etkilemiş olacak ki, 1942'de hükûmeti kurarken şu sözleri sarfetmiştir: "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir." Von Papen, hatıralarında Başbakan Saraçoğlu ve kabinesindeki Numan Menemencioğlu'nun Alman hayranı olduklarından ve kendileriyle çok iyi diyalog kurduklarından bahseder.
Niyazi Berkes'in yazdıklarında: “ Nazi orduları kısa süre içinde Rusya'yı yok edecek; oradaki ırktaşlar bize katılacaklar. Bu iki yön, Halk Partisi Genel Sekreterinden (Memduh Şevket Esendal) başbakanına ( Saraçoğlu) kadar birçok kişinin umduğu olanaklardı.”2 Milli Şef denilen İsmet İnönü bile Almanya'nın zafer kazanmasından yanaydı. Amerikan Büyükelçisi Steinhard, 7 Ocak 1942'de İnönü'ye güven mektubunu sunarken İsmet İnönü'nün ağzından çıkanlar niyetini belli ediyordu: “Rusların büyük bir hızla Stalingrad'a ilerledikleri hâlde, Türkiye Cumhurbaşkanı, eğer Rusya Almanya'yı yenecek olursa, Sovyet emperyalizminin Avrupa'yı ve Ortadoğu'yu silip süpüreceği konusunda Steinhard'ı uyarıyordu. İnönü, bu arada Rusya’nın, eğer imkân bulursa boğazlara da el koymaktan çekinmeyeceği endişesini beslediğini belirtti.”3
Gördüğünüz üzere devlet yöneticilerinin fikirleri böyledir. Alman hayranı olan; Türkçü- Turancılar değil, Hükûmet’in ta kendisiydi. Türkçülük adı altında İsmet İnönü ve hükûmetlerinin icraatlarını öven birtakım insanlar da vardı.
“Atay'la İnönü kalbimizde hız
Ülkümüz uğrunda ölmek ahdımız
Şölenler kurulsun içilsin kımız
En ulu milleti biziz dünyanın”4
“ Türk bu gibi zor zamanlarda lazım olan ve kendi üzerine düşen içte itaat, Şef'e ve büyüklere güven, birbirlerine dayanma vazifelerini her milleten çok daha iyi bilir ve yapar.”5
Tüm bu yalakalıklar ve oyunlar dönerken, ülkede Nihal Atsız adlı edebiyat hocası Başbakana sözlerini hatırlattı. “Sözlerinizin arkasındaysanız” diyerek bir açık mektup ile Hükûmet’i uyardı. Orhun Dergisi’nde yayınlanan bu mektup milliyetçi kesimlerden Atsız'a birçok tebrik ve memnuniyet getirdi.
Yaptığı şey, herkesin o dönem cesaret edemeyeceği türden bir işti. Fakat ilk mektupta Hükümetten ses çıkmadı. Bunun üzerine Atsız bir sonraki sayıda ikinci mektubunu yayınladı. İkinci açık mektup, ilkine göre daha sert ve daha çarpıcı ifadeler içeriyordu. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in istifasına kadar isteklerde bulunuluyordu şu sözlerle;
”Sayın Başvekil! Buraya bilmecburiye yazarken büyük ıstırap duyduğum iki mısraında (beni mazur görmenizi rica ederim) bu vatan haini şöyle diyordu:
İsmet girmedi mi hâlâ hapse
Kel Ali'nin boynu vurulmuş mudur?
Maarif Vekâleti’nin sevgili memuru bulunan bir komünistin hapse girmesini temenni ettiği İsmet, pek kolaylıkla anlayacağınız gibi o zamanki Başvekil, şimdiki Reisicumhur ve hepsinin üstünde İnönü zaferlerinin Başkomutanı İsmet İnönü olduğu gibi, boynunun vurulmasını istediği Kel Ali de, Ayvalık'ta Yunana ilk kurşunu atan alayın kumandanı Ali Çetinkaya'dır. Bu hezeyanları yazan Sabahattin Ali, bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde, Maarif Vekili Hasan Ali'nin şahsî sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır.”
Sabahattin Ali'nin vatan hainliğine kadar değiniliyordu. Mektup etkisini gösterdi. Atsız açığa alındı. Kısa bir süre sessizlikten sonra Ankara'nın niyeti anlaşıldı. Hasan Ali ve Falih Rıfkı Atay'ın baskıları sonucu Sabahattin Ali, Nihal Atsız'a karşı hakaret davası açtı. Yargılama için Atsız, Ankara’ya geldiğinde O'nu kalabalık bir genç ordusu karşılamıştı.
26 Nisan 1944'de başlayan ilk mahkemede salon ağzına kadar dolmuştu. Mahkemenin ilk duruşması görülmüş, devamı için 3 Mayıs'a gün verilmişti
3 Mayıs 1944 günü geldiğinde Türkçülüğün tarihinde yeni bir sayfa açılmıştır. O güne dek görülmemiş bir şekilde mahkeme salonu doludur ve salonun dışarısı da binlerce Türkçü genci ile sarılmıştır, oraya Atsız'a sahip çıkmak ve destek olmak için gelmişlerdir. Türkçülük tarihinde o güne kadar böyle bir eylem görülmemişti. Bu gidişattan korkanlar belki de bu yüzden Türkçülüğü yozlaştırarak önüne set çektiler. Hem de Atsız'ın çevresindeki kişilerle...
Gençlerden bir kısmı mahkeme salonu ve çevresini doldururken bir kısmı da Ulus Meydanı’na yürümeye başladı. Dönemin iktidarının ödünü patlatan bu olay çok sert bir biçimde sindirilmeye çalışılmıştır. Bu gençliğin haykırışı bir darbe girişimi olarak nitelendirilmiş ve 165 genç tutuklanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı'nın seyrinin değişmesi ile güçlenen Rusya'ya yaranmak için dönemin yöneticileri tarafından yapılan bu adaletsiz ve hukuk dışı yargılama, Milli Şef'in de emriyle bütünüyle bir kâbusa dönüşmüş, memleketin öz evlâtları acımasızca dövülmüştür. Hem de devlet eliyle...
Alparslan Türkeş'in anılarında bu olay şöyle dile getirilir: " 3 Mayıs 1944 günü heyecanla sokağa fırlayan gençler kıyasıya dövüldüler. Kafaları yarıldı, gözleri patlatıldı. Bazılarının kolları, kaburgaları kırıldı".
3 Mayıs 1944 günü, Nihal Atsız ve o isimsiz binlerce Türk gencinin kutlu günüdür.
Hükûmet eksenli yayın yapan tüm gazeteler ve köşe yazarları da Türkçülere yüklenmeye başlamışlardı. İnönü’nün ve CHP'nin baş adamlarından Asım Us, gazetesinde şunları yazıyordu: Enver Paşa'nın İslamcılık ve Turancılık hayâli ile Osmanlı İmparatorluğu’nu çökerttiğinden ve Atatürk'ün doğru yolu bularak bunları terk ettiğinden bahisle, “İşte bugün ve Nihal Atsız ismindeki bir öğretmenin neşriyat yolu ile memleket gençliğine telkin etmek istediği Turancılık hakikati budur.” diyordu. Hâlbuki Nihal Atsız bir anda çıkmamıştı ortaya. Atatürk döneminden beri 14 yıldır aynı fikirlerle çıkardığı dergilerde bu konuları işliyordu. Bu da hükümet’in; işine gelince müsaade ettiği, işine gelmeyince yasakladığı anlamına geliyor.6 Tüm bunlar, savaşın seyrine göre Türkçülerin yargılandığı gerçeğini bir kez daha kanıtlıyordu.
Saldırının başını Ulus gazetesinin başyazarı Falih Rıfkı Atay çekiyordu.“Biz, büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlar değiliz... Türkiye'nin sınırları içindeki milli birliğe katılmak isteyen bütün Türklere yıllar yılı kapılarımızı açmış bulunuyoruz. Bu sınırlar içinde, kendi beğendikleri devletler içinde ve kendi diledikleri rejim altında mesut yaşamalarını dilemekten gayri düşündüğümüz yoktur. Türk gençliğine geçmişin kanlı hataları hatırlatılmamalıdır.
...
Biz Türkiye Türkçüsüyüz ve Türkiye istiklalcisiyiz.”7
Aramalar, yargılamalar ve sorgulamalar devam ederken İnönü'nün talihsiz nutku ile herşey daha da kötüleşmişti. 19 Mayıs 1944 nutkunda İnönü doğrudan Türkçü- Turancıları hedef almıştı.
Sovyet Rusya'ya yaranırcasına şu sözleri sarfediyordu: “Turancılık fikri, yine son zamanların zararlı ve hastalıklı göstergesidir. Bu bakımdan cumhuriyeti iyi anlamak lazımdır.”
İnönü, nutku ile ilgili olarak 19 Mayıs 1944 tarihli günlüğüne şunları yazar:”19 Mayıs Cuma. Bayram çok iyi bir havada ve muvaffakiyetle geçti. Siyasi beyanat yaptım. Irkçılığı ve Turancılığı itham ettim.”
CHP, olayı daha büyük boyutlara taşıdı. CHP genel sekreteri Memduh Şevket Esendal parti teşkilatına bir tamim yayınladı:
“Kendisini güya Türk milliyetçisi olarak tanıtmak isteyen bir yazıcının ( Nihal Atsız) kendi mecmuasında, Başvekil’imize yazdığı iki açık mektupta komünist olarak tanıdığı bir öğretmene vatan hainliği isnat etmesi üzerine bu öğretmenin açtığı dava görülürken, Ankara yükseköğrenim gençlerinden, adedi mahdut bir zümre ile birkaç lise öğrencisi bu yazıcıyı korumak için bir gösteriş yapmaya kalkışmışlardır...
İlkin şurasını aydınlatmak isterim ki, bu tahrikçilerin maksatları her ne olursa olsun, bir takım okul çocuklarının siyaset yapmaya kalkışıp sokak politikacılığına düşmeleri bizim milletimize asla yakışır işlerden değildir...
Turancılık gibi karanlık ve çıkmaz yollara sürüklemek isteyiş ve çocuklarımızı sokak politikasına sürükleyiş yalnız akılsızlık ve zavallılık ile izah edilemez, bunu milletimize karşı ihanet dolarak telakki etmeye mecburuz...
Yaşadığımız devirde, her zamandan ziyade programımızı yaymak ve milli şefimiz ve partimiz etrafında bütün vatandaşları toplamak vazifesi karşısındayız. Bu işte gayretlerinizi beklerim.”8
Türkçü-Turancılara karşı yapılan bu saldırıda dehşete düşmemek elde değil. Atsız ne yapmıştı? Memleketteki komünist sızmalardan bahisle, bir uyarıda bulunmuştu. İlerleyen satırlarda Atsız'a haklılık kazandıran olaylara şahit olacaksınız.
En ilginç olanlardan birisi de Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in Irkçılık-Turancılık adında kitap yayınlatarak, ilkokullara ders konusu olarak okutulması için gönderilmesi olmuştur. CHP’nin resmi tamimi ve İnönü'nün nutku da eklenerek okullarda okutulması zorunlu kılınmıştır. Bu olay Türkiye Cumhuriyeti için tam bir travma olmuştur. Tüm bu yapılanlar üzerine Moskova İlimler Akademisi Hasan Ali Yücel'e teşekkürname sunmuştur.9
İnönü'nün hedef göstermesinden sonra tutuklamalar devam etmiş, birçok kişi gözaltına alınmıştır. Tutuklamaların geneli Atsız'ın yakınında olan veya bir şekilde Atsız ile tanışıklığı olanları tutuklamak suretiyle olmuştur. Mesela Atsız'ın evindeki aramalarda bulunan mektuplarda Alparslan Türkeş ile yazışmaları bulunmuş, Türkeşde “ilişkisi var” denilerek tutuklanmıştır.
Son duruşma 29 Mayıs 1945'te yapıldı. 48 sanıktan bir kısmı zamanla tahliye edilerek 23 kişi kalmıştı. Bu son 23 kişiden 13’ü de beraat etti.
Bu davalarda en çok dikkati çeken şey de yargılananların işkencelere maruz kalmasıydı. Tabutluk denilen hücrelerde gördükleri işkenceler... Birçok kişi yazılarında ve kitaplarında bahsetti. Mahkeme sırasında da gündeme getirildi.
İçişleri Bakanı Hilmi Uran ne kadar “böyle bir şey yok” diye açıklama yapsa da, görgü tanığı gazeteci Emin Karakuş hatıralarında tabutlukların olduğunu yazmıştır. Karakuş, “İnsanların en büyük düşmanı Alman faşizminin metotları, bugün Atatürk inkılâbı Türkiyesinde, halkın gözünden gizli olarak tatbik sahası bulmaktadır.” 10 diyerek İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde Nazi Almanya'sından özenilerek inşa edilen bu tabutluklardan bahsetmiştir.
İşkenceler çeşitli şekillerde anlatılmıştır. Bunlardan en ilginç olanı Türkeş'in tırnaklarının sökülmesi olayıdır. Aslında böyle bir olay yoktur. Türkeş hatıralarında da bundan bahsetmez. Türkeş'e siyasi karizma kazandırmak isteyenler bu işkence edebiyatından fazlaca yararlanmışlardır.
31 Mart 1947 tarihli duruşmada Askeri Yargıtay tarafından bütün sanıklar suçsuz bulunarak beraat ettiler. Davanın beraatı, çeşitli şekillerde değerlendirilmeye başlandı. Olayın iç yüzü yavaş yavaş aydınlanıyordu.
“Turancılık olayı Rusların gözüne girmek için tezgâhlandı. Rusların bu oyunu yutmadığı görülünce, Turancılar aklandı.”11
Davanın savcısı Kazım Alöç, Mayıs 1967'de Yeni Gazete'de yayınlanan “İfşa Ediyorum. 1944–1945 Irkçılık ve Turancılık Davası” isimli yazı dizisinde, mahkemenin bir nevi kasıtlı olarak Türkçü-Turancıların aleyhine seyrettiğine dair itiraflarda bulundu.
“Şunu hemen belirtmek isterim ki, o zaman Nihal Atsız'ın, bahis konusu yazıda sayıp döktüğü komünist sanığı isimler üzerinde, ilgililer durmak lüzumunu göstermedi. Hâlbuki birkaç sene sonra bu isimler etrafında çok şeyler tespit ettik. Mesela 1946 yılında Komünist Partisi tahkikatı sırasında (Yurt ve Dünya) dergilerinin Komünist Partisi kontrolü altında neşriyat yaptığı tespit edildi. Hatta 1946 yılında Esat Adil Müstecabioğlu ve Dr. Şefik Hüsnü Değmer'in evlerinde, iş yerlerinde, partilerinde ve üzerlerinde yaptığımız aramalar neticesi elde edilen vesikalar da Sabahattin Ali'nin gizli komünist teşkilatıyla irtibatını ortaya koydu.”12
Yapılan bu itiraflardan sonra Atsız'ın haklılığı bir kez daha pekişmiş oldu. Ve 1944 yılı, hukuk adına, Türkiye açısından kara bir sayfa olarak tarihe geçmiştir. Biz, genç Türkçüler için de, çekilen çileler ve ıstıraplar bayrak olmuştur. 3 Mayıs 1944, tarihe Türkçülük günü olarak kaydedilmiştir. Her yıl çeşitli kesimler tarafından, bazen bayram havasında bazen de düğün havasında kutlanmaktadır. Hâlbuki 3 Mayıs'ta çekilen ıstıraplar, bizlere sevinmek ya da üzülmekten ziyade, anma günü olarak hatırlamamızı öğretiyor.
3 Mayıs 1944, her yıl anılacak ve Türkçülerin ruhu şad edilecektir. O dönem ile ilgili yaşananlar kısa bir yazıya sığdırılamayacak kadar geniştir. Zaman geldikçe herkese hatırlatacağız o günleri...
3 Mayıs Türkçüler Gününüz Kutlu Olsun. Çekilen Istıraplar Bize Ders Olsun!



DİPNOTLAR
1. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Dışişleri Bakanlığı-Almanya Dışişleri Bakanlığı, 2.Dünya Savaşı'nda Türkiye Üzerine Pazarlıklar 1939-1944,Çev. L. Konyar -N. Uğurlu, Örgün Yayınevi,İst. , 2005 , s.174-177
2. Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, Haz. R.Sezer , İletişim Yayınları, İst. , 1997, s. 164
3. Edward Weisband, 2.Dünya Savaşında İnönü'nün Dış Politikası, Çev. M. A. Kayabal, Milliyet Yayınları, İst. ,1974,s.36
4. Kopuz, Sayı 1, Mayıs 1943, s. 5
5. Çınaraltı, Sayı 22, 1 Ocak 1942, Erkilet'in “1942 yılına girerken” yazısından.
6. 1944 Türkçülük- Turancılık Olayı, Süleyman Kocabaş, s. 60, Vatan Yayınları
7. Ulus Gazetesi, 9 Mayıs 1944, Falih Rıfkı Atay
8. Irkçılık-Turancılık, Türk İnkilap Tarihi Enstitüsü yayınları,Ankara,1945, s.17-19
9. Öner -Yücel Davası, Kenan Öner,s.26
10. Karakuş, s.87
11. Berkes, s.11
12. Yeni Gazete, 15 Mayıs 1967, (1944 Türkçülük Turancılık Olayı, Süleyman Kocabaş, s. 79-80 )

Burkay Kılavuz

Yeni Orkun Dergisi /134.Sayı

10 Şubat 2010 Çarşamba

Nihal Atsız Sancısı

Nihal Atsız karakteri ve hayata karşı duruşu ile tüm insanlığa, adamlığa örnek bir şahsiyettir. Tabiî ki de böyle bir şahsiyetin Türkçü bir fikre sahip olması ve verdiği mücadele Türklüğe hazımsızlık duyanları rahatsız etmektedir. Bundan dolayı Atatürk için uygulanan şahısperestlik derecesinde sahiplenerek toplumdan soğutma girişimi, Atsız için de uygulanan bir yol olmuştur.

Gün geliyor eleştirilmez birisi oluyor, gün geliyor faşist, hattâ Hitler perçemli oluyor. Sonra aklı yarımın biri çıkıp Atsız Bey’e dönme diyor. Ve daha birçok yakıştırılan olmadık şeyler duyuyoruz. Ve bunların hepsinin şu ana kadar bir başlıkta toplanamaması, Atsız Bey’e kasıtlı bir saldırının yapıldığının açıkça belirtisi oluyor.

Oysa ki O, tam bir Türk gibi Türk’e yaraşır şekilde yaşamış, mütevazı bir insandı. Türklüğü ile her zaman övünen ve gelişmesi, ilerlemesi için bir şeyler üreten dâva adamı idi. Anlaşılmasına müsaade edilmedi. Çünkü Türklük, ortaya koyduğu millî fikirler ile hem ilerleyecek, hem de gelişecekti. Fakat bu birilerinin işine gelmedi. Ve tüm olmadık iftiraları ceplerine doldurarak Atsız’a karşı bir cephe oluşturdular. Bu cephede her fikirden insan var. Hattâ milliyetçilik kisvesine bürünmüşler de var.

Atsız’a çok yönden haksızca saldırdılar. Hâlbuki onun iç dünyasını anlamak hiç de zor değildi ama, anlamak istemeyenler gibi bunların yarattığı ön yargıdan etkilenen bir toplum var. Albert Einstein’ın dediği gibi “Bir ön yargıyı yıkmak atomu parçalamaktan daha zordur.

Bu ülkede başını dönmelerin çektiği bir Nihâl Atsız sancısı var. Ama normaldir. Çünkü, Nihâl Atsız bütün zamanını Türk tarihinin içinde geçirmiş; bu uğurda birçok şeylerden vazgeçmiş; Türklüğe hizmet için fikirler üretmiş çok yönlü bir şahsiyettir. Hakkında ne söylenirse söylensin, ne yazılırsa yazılsın, hakikat tektir. Gün gelecek Türk soyluların yönettiği Türk Cumhuriyeti’nde değeri bilinecektir.Yazımı Hüseyin Nihâl Atsız’la tanışma şansına sahip olmuş olan Samsun’daki yerel Halk Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Osman Kara’nın hakkında söylediği birkaç cümle ile bitiriyorum:

Hüseyin Nihâl Atsız, benim hayatımda ve birçok Türk’ün hayatında olduğu gibi belirleyici yönlendirici, yol gösterici olmuştur. Bize bir dâva adamının nasıl olması gerektiğini yaşayarak göstermiştir. Süleymaniye Kütüphanesi’nin bir küçük odasında çile dolduran fikir devi, tarih ve edebiyat âlimiydi. Profesörlerin hocasıydı ama kütüphane memurluğuna mahkûm edilmişti.”

Burkay Kılavuz


Yeni Orkun Dergisi/133.Sayı

Genetik İlmi ve Gerçekdışı Hurafeler

İlerleyen bilim sayesinde insan yaşamına kolaylık katan buluşların, ilerlemelerin yanı sıra bunları gerçek dışı bir kalıba sokmak isteyen ilim cahili insanların yazıları, çığırtkanlıkları canımızı sıkmaktadır. Toplumu bilgi kirliliğine götüren deyişleri son derece zararlıdır. İlerlemek ve gelişmek isteyen her topluluk içinde yaşadığı çağda yalan söyleyip toplumu aldatanlar her zaman olmuştur.
Hızlı bir gelişme gösteren genetik ilmi de bunların ağzına sakız olmuş durumdadır. Anadolu’nun Türklüğünü kendi fikirleri ekseriyetlerince tanımlamaya çalıştıkları yetmezmiş gibi buna kaynak olarak genetik ilmini de göstermektedirler. Oysa Türklüğü Anadolu’dan silmek isteyenlerin bir parçası olan o hem makamına hem de insanlığa yakışmayan ilim (!) adamlarının saçma sapan bilgileri ile karşımıza çıkmaları şaşılacak bir durum değildir.
Anadolu’da Türklerin varlığına hazımsızlık duyanlar hem ilmi hem de ilim dışı yollardan
Türklere karşı soğuk bir savaşın tarafıdırlar.
Misal olarak genetiği ile oynanmış olan bitki tohumlarının ülkemize satılarak ve şuan tohum yasası ile de yasallaşmış durumda olan bir kara bilim yöntemi vardır. Bu kara bilimin amaçlarını, Ümit Sayın hocamızın anlatımıyla, kısaca aktarmak istiyorum:
"•  Bu yiyeceklerde, basit dille anlatmak gerekirse, soyun devamını sağlayan genetik kodlar ortadan kaldırılmıştır, bu bitkiler tohum vermemektedir. Yani bu tohumları her yıl yeniden satın almak gerekmektedir. Böylece Amerika ve İsrail’e bağımlı hale gelmek söz konusudur. Ama ayrıca bir özellikleri daha vardır, bir kez bunlara genetik manipülasyon yapılmışsa, bu manipülasyonun sadece tohum verme yeteneği üzerine yapılıp, yapılmadığı bilinemez. Bilemediğiniz başka pek çok gen de bu bitkilere eklenmiş olabilir, ya da zamanla eklenecektir. Yani bu bitkilerin çoğu normal görünen CANAVAR BİTKİLER olabilir.
•  Bu tohumlar özel olarak bitki örtüsünün yapısını bozmak üzere kodlanmışlardır. Yani bir tarlaya ekildiğinde içerdikleri genetik bilgi sayesinde o bölgedeki bitki örtüsünü yok etmekte ve o bölgedeki diğer bitki örtüsünü belirli böcek türlerine veya mantar türlerine zayıf hale getirmektedirler. Böylece o böcek türlerini ortalığa salan (daha sonra da onları öldürmek için böcek ilaçlarını satan) dev şirketler bir kaç kez kar etmektedirler.
örneğin GOD buğday ekilmiş bir tarlaya, bu sefer DOĞAL BUĞDAY ekmek isterseniz, toprağa karışmış olan genler nedeniyle ekeceğiniz buğday özel mantar ve böcek türlerine zayıf hale getirileceği için ürün almanız mümkün olmayacaktır. Yani bir tarlaya Genetik Olarak Değiştirilmiş tohum ekerseniz bir 50-70 yıl daha başka tohum ekemezsiniz.
Böylece toprağın iç kimyasal ve genetik yapısı değiştirilmektedir. Burada genetik olarak değiştirilmiş yiyecekleri savunanlar, bu ‘canavar bitkilerin’ mikroorganizmalara karşı daha dayanıklı olduklarını ve daha fazla ürün verdiklerini söylemektedirler. Bunun doğru olup olmadığı, bilimsel olarak ispatlanmış olup olmadığı, tartışmalıdır.
•  Bu tohumlar sadece üremesi durdurulmuş tohumlar değildirler. Bunlar aynı zamanda çok kolay farklı genlerle yüklenmiş tohumlardır. Yani bu tohumlardan oluşacak buğdayın, elmanın, portakalın görünümleri (fenotipleri) orijinale benzese de, aynıALlEN filmindeki gibi bunlar’ canavar meyveler veya sebzeler’ olacaktır. Üstelik sizin sindirim sisteminize girecek, karaciğerinizde ve beyninizde depolanacaklardır. Büyümekte olan çocuklarınızın vücutları bu canavar yiyeceklerle dolacaktır. Üstelik bazı etkileri de geri dönüşsüz olabilir.
Genetik olarak işlenmiş tohumların veya bu ‘ canavar-uzayh bitkilerin’ gerçek genotipini saptayacak teknolojik imkânlar Türkiye’de olmadığı için, ne yediğiniz hiç bir zaman sapta-namayacak, ama bu canavar bitki-meyvelerin etkileri yıllar ya da kuşaklar sonra ortaya çıkana kadar meçhul kalacaktır. İşte 2006 yılında Türkiye’yi yönetenler Türk ırkını nasıl yok edebileceklerinin hesabını belki de çok daha önceden Küresel Elitle birlikte yaptıkları için şimdi tüm yasaları geçirmektedirler.
•  Bu tohumlardan oluşacak ve gelişecek bitki örtüsü tamamen ülkeyi kaplayacak ve tüm toprağı işgal edecektir. Bu geri dönüşsüz bir olgudur ve en az 50-70 yıl bu topraklarda başka doğal bir bitki yetiştirmeniz mümkün olmayacaktır. Yani sadece beyniniz, karaciğerleriniz, kaslarınız işgal edilmekle kalmamakta, aynı zamanda da tüm topraklarınız, bitki örtünüz, ormanlarınız işgal edilmektedir.
•  Bu canavar bitkiler hakkında çok az şey bilinmekte, gerçek bilgiler yabancı derin devletlerin gizli laboratuarlarında ve kasalarında saklanmaktadır. Türkiye’de son 30 yılda TÜRK ırkında kısırlık % 30-40 oranında artmıştır. Artık 6 Türk erkeğinden birisi kısırdır. Şu anda Türk ırkının yok edilmesi için zaten pek çok yöntem büyük olasılıkla kullanılmaktadır. Genetik İşlenmiş Tohumun da devreye girmesiyle, Büyük İsrail ve Büyük Kürdistan projeleri için, Türk ırkının kısırlaştırılması projesi tüm hızıyla sürecektir. ‘Türkler Uyuşunda Büyüsün, Kürtler Üresin de Büyüsün’ sözü doğru hale gelmektedir.
•  Türkiye’de Genetik İşlenmiş Tohumun uzun süreli etkilerini araştırabilecek bir merkez veya teknoloji yoktur. Bu konuda ses çıkaran benim gibi ulusalcı, Atatürk milliyetçisi(Ümit Bey Atatürk'ün de ifade ettiği Türk milliyetçiliğini işaret etse daha iyi olurdu), vatansever bilim adamlarını ise üniversitelerden atmaya, haklarında olur olmaz nedenlerle mahkemeler açarak, hayatlarını zorlaştırmaya, mahvetmeye çalışmaktadırlar. Bu konuda halkı aydınlatacak ve gerçekleri ortaya çıkaracak tüm sesler, o demokrasiyi çok seven Batı ülkeleri ve Türk hükümeti tarafından anti-demokratik olarak susturulmakta,
tüm alternatifler ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bu konuda uzun dönemli araştırmalar yapılmadan, bu yiyeceklerin topluma, çocuklarımıza yönelik yaygın kullanılması insanlık suçudur.
Genetik işlenmiş tohumların oluşturacakları canavar bitkiler normal görünmelerine karşın, ne yazık ki içerecekleri ve ruhunuzun bile duymayacağı enzimler, amino asitler ve diğer genetik materyal sayesinde tüm toplumdaki insanların beyninde nörotransmitter düzeyini değiştirebilirler, gelişmekte olan çocuklarda ise nöronal ağın oluşumunu değiştirebilirler. Bu etkilerin çoğu geri dönüşümsüzdür. Bu etkiler ilk başta ortaya çıkmasa da bir kaç kuşakta ortaya çıkabilir. Bu etkilerin sonucunda tüm ırk bir kaç kuşak sonra kısır-laştırılabileceği gibi, depresyon ve zekâ seviyesinde azalma, zekâ geriliği, apati veya başka psikolojik, nörolojik sorunlar da oluşturulabilir.
•  Teknolojinin gelişmesiyle bu canavar bitkilerin içine gelecekte başka ne müdahalelerde bulunulabileceği bilinemez, örneğin salgın bir hastalığa veya virüse karşı bu bitkileri tüketen toplumlar daha dirençsiz hale gelebilir. Zaten Round Table ve CFR’nin almış oldukları kararlara göre, böyle bir biyolojik savaşla dünya nüfusunu tüketmeye Amerikalılar ve Yahudiler karar vermişlerdir.
Son çıkarılan tohum yasası sonucunda, Türkiye’ye sokulacak ve bitki örtümüzü işgal edecek canavar tohumlar ve bitkiler aşağıdaki etkileri yapabileceklerdir:
•  Toplumdaki kısırlık oranını arttırıp 5-6 kuşak sonra Türklerin sayısının azalmasına yol açabileceklerdir.
• Alerji, enfeksiyon, çok çeşitli hastalıklara yakalanma riskini o toplumun genetik yapısına özgü yöntemlerle artırabileceklerdir.
•  O toplumun genetik yapısını değiştirebileceklerdir.
•  Kanser riskini çok artıracaklardır. Bu da yabancı ilaç şirketlerinin işine yarayacaktır.
•  İnsanlardaki zekâ, düşünme, normal psikolojik denge gibi fonksiyonları olumsuz yönde etkileyeceklerdir. Toplumda, genetik bozukluklar, depresyon, psikoz, nörolojik bozuklar, zekâ geriliği veya düşük zekâ, hastalıklara eğilim inanılmaz düzeyde artacaktır. Bu ilk 10 yıl içinde görülmese bile, 30-50 yıl içinde kendini gösterecektir.
•  Türk toplumunu yok etmek ve genetik yapısını bozmak için uzun dönemde etkisi çıkabilecek pek çok kimyasal, aminoasit veya genetik materyal bu şekilde topluma enjekte edilebilecektir.
•  50-100 yıl içinde Türklerin kısırlaştırılması, genetik yapılarına tesir etmek, genetik materyali bu yiyeceklerle tüm topluma yaymak, salgın hastalıklara karşı toplumu ortadan kaldırılabilir hale getirmek mümkün olacaktır.
•  Bu canavar tohumlar ve canavar bitkiler nedeniyle sadece kendi bedeniniz değil, çocuklarınızın, torunlarınızın ve tüm ırkın bedeni ve beyinleri moleküler düzeyde işgal edilmektedir."1
Türk toplumuna ve Türk ırkına daha büyük bir ihanet olamaz.
Gördüğünüz gibi akıllara sokulmaya çalışılan Anadolu’da Türk ırkı diye bir ırk yoktur’ derken birileri, kimileride bayağı ciddi bir şekilde kara bilim yolundan Türklüğü yok etmeye koyulmuş. Bu duruma açıklık getirmek gerekirse aynı kolun bir tarafı toplumu böylelikle afyonlarken diğer kolu da yok etme girişimlerini gizlemiş oluyor.
Peki, sorarım gafillere! Anadolu’da Türk diye bir ırk yok ise bu büyükbaşlar neden böyle ciddi bir soykırıma girişsinler?
Mustafa Kemal Türk milletinin tarihi oluşumunu tarihe not düşerken ırk ve köken birliğini de o maddeler arasına eklemişti. Ve de bu boş bir iddianın ürünü değildi. Tarihi tespitti.
Ve o zaman Anadolu yine mozaiktir diyen hastalıklı fikirlere karşı en etkili cevap iki sefer de ölçülen 40 bin ve 60 bin olarak kayıt düşülen kafatası ölçümü sonuçları olmuştur.
Ve sadece kafatası ölçümleri sonuçları çıkarılmamış yirmiye yakın Türk milletinin özellikleri maddeleşmiştir.
Türklerin masumane duygularını sömürüp kanlarını yurt dışına kaçıranlara tepki gösterildiğinde misal olarak Yılmaz Erdoğan bizim kanlarımızı ne yapsınlar diye diline alay konusu etmişti. Hâlbuki adamlar Yılmaz Erdoğan’ın kendini ifade ettiği Kürt kanı peşinde değildi, Türklerin genetik yapısını çözmek niyetindeydi. Hayata farklı yerinden bakan birisi i-çin bu pekte önem arz etmez tabiî ki.
Samimi ve gerçekçi genetik araştırmalar bir yana tarihe doğru düzgün bir şekilde bakıldığında Anadolu coğrafyasının ne kadar fazla Türk’e sahip olduğu açıkça ortaya konmaktadır.
Bir de şöyle bir saçmalık var. Nedense hep Türkler melezleşiyor, anlattıklarına göre. Kültürü ve dillerini, yaşam tarzlarını kaybeden ve Türkler içinde eriyen o saydıkları gruplardan hiç bahsetmiyorlar. Oysa Türkler Anadolu’da yüz çadırlık bir millet değildir
Irkların oluşumunda karanlık çağ bilinmediği için saf bir ırk anlayışı gütmek çok yanlış olur. Bir Türkçü, Türk ırkçısı olarak söylüyorum bunu, çünkü bizler her zaman saf ırk aramakla suçlanmışızdır. Irklar oluşurken belli bir zamandan sonra iç evliliklerle genetik sabitlik kazanılmıştır. Bundan sonra toplum bir ırk olarak neslini devam ettirmiştir. Çünkü genetik sabitlik sonucu hem dış görünüşleri hem de yaşayış biçimleri, kültürleri, dilleri ve besledikleri ortak duyguları aynı olan topluluklar ırk oluşumunu tamamlamışlardır. Ve de Türkler de bir Türk ırkının torunudurlar. Hem soyca hem kültürce hem de yaşayış biçimlerince bir Türk ırkı tarihte varolmuştur. Bugünkü Anadolu’da yaşayan insanların baskın çoğunluğunu oluşturanlarda bu soyun torunlarıdır.
Diyorlar ki sürekli göçebe olduklarından ırki yapıları bozulmuştur. Neden? Çünkü kız alıp vermeler sonucu soy karışıma uğramıştır. İşte gerçek böyle değil bir kere. Çünkü o dönem ki Türklerin yaşayış tarzlarından törelerine kadar bakarsanız Türkler önüne gelene kız vermemiştir. Hemde öyle kolay değildir bir yabancıya kız vermek. En yakından Anadolu’da sırf mezhep farklılığı yüzünden dışarı kız vermemiş olan Türkmenleri düşünürsek bize canlı tarih olur.
Irki bozulmaların toplumlarda olması çok muhtemeldir. Fakat aşırı bir şekilde olmayan bu bozulma Anadolu’da baskın bir biçimde etkili olan Türk soyu içinde eriyecektir.
Genetik olarakta bu böyle. Ama anlayacakları dilde basitleştirirsem olayı düşünün ki bir bardak su. Suya bir kaşık şeker attınız üzerine de bir kaşık tuz ilave ettiniz durum eşitlendi değil mi? Peki bir kaşık daha şeker atarsak ne olur? Şeker oranı artar. Bir kaşık şeker daha peki? Daha da artar. Tuz değişmez içinde aynı miktarda vardır yinede. Fakat o bir bardak su şekerli su olur. Ve baskın olan şeker hâkimdir.
Tabii ki olaya genetik açıdan yaklaştığınızda olay bu kadar basit değil ama hemen hemen gerçeği yansıtan örnek.
Türkiye’de yaşayanları soy şüphesine düşürmek ve milli duyguları hümanizm altında köreltmek Türklüğe ihanettir. Milli olan her şeyin yıkılması toplumun yıkılmasıdır.
Türkiye’nin dört bir yanında yaşamlarını sürdüren Türklerden binlerinin elbette ki haberi var, var ki böyle sinsi ve hileli oyunlarla Türk milleti uyutulmaya ve yok edilmeye çalışılıyor. Türk dilinin, Türk kültürünün yabancı özentisi ile yozlaştırılıp yok edilmesi ve Türk soyuna uygulanan gizli soykırım, gerçeği açıkça gözler önüne sermektedir.
Burkay Kılavuz


Alıntı: 
1. Doç. Dr. Ümit Sayın
Genç Atsızlar Dergisi Sayı:2/2010
https://issuu.com/mburkaykilavuz/docs/gencatsizlardergisi2

12 Ocak 2010 Salı

İçimizdeki Düşman: Ermeniler

Atsız Beğ’in 1944 yılında evinde yapılan aramalarda oğlu Yağmur Atsız’a hitaben yazdığı vasiyeti bulunmuştur. Baba ile oğul arasındaki bu özel vesikayı alçakça ortaya seren dönemin adalet anlayışının, günümüzde de hiç değişmediğini belirtmekte fayda var.

Meşhur vasiyet kimilerine göre ırkçı bir insanın hastalıklı fikirleri kimine göre de bölücülük tohumları eken bir şahsın uyduruk satırlarıdır.

Biz Türkçü Gençler için bu vasiyet: tarihte bizi hep içimizden ve arkamızdan vurmuş olanların açıkça adlarının verildiği bir beyandır. Dolayısıyla bizler için tarihi ihanetlerin vesikasıdır. Yabancı soyluların Türkler’e nasıl fenalıklar yaptığını Türk Tarihi açıkça yazmaktadır. Vasiyette adı geçen Ermenilerin Türkler’e nasıl fenalıklar edip, Türkler’i nasıl arkadan vurduklarını şimdi kısaca anlatalım.

Günümüzden Geçmişe…

Mıgırdıç Yanıkyan… 27 Ocak 1973’te Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ile yardımcısı Bahadır Demir, katil Yanıkyan tarafından pusuya düşürülmek suretiyle katledildiler ve böylelikle bu cinayetleri yenileri yıllarca takip ederek Ermenilerin katilliği defalarca ispatlandı.

22 Ekim 1975… Viyana Büyükelçimiz makamında otomatik silahlarla vurularak öldürülmüştür.

24 Ekim 1975… Paris Büyükelçimiz iki Ermeni katil tarafından otomobili içinde kurşun yağmuruna tutulmuştur. Kendisi ile birlikte makam şoförü de hayatını kaybetmiştir.

16 Şubat 1976… Beyrut Büyükelçiliğimiz Başkâtibi Oktar Cerit Ermeniler tarafından sırtından vurularak öldürülmüştür.

9 Haziran 1977… Vatikan Büyükelçimiz Taha Carım, Roma’da evinin önünde, vurularak katledilmiştir.

2 Haziran 1978… Madrid Büyükelçimiz Zeki Kuneralp’in eşi ve kardeşi emekli Büyükelçi Beşir Balcıoğlu, otomobilleri içerisinde öldürüldüler.

31 Temmuz 1980… Atina Büyükelçimiz idari Ataşesi Galip Özmen evinin önünde ailesi ile birlikte Ermeni kurşunlarına hedef olmuştur. 14 yaşındaki kızı ve kendisi can vermiştir.

17 Aralık 1980… Sidney Başkonsolosumuz Şarık Aryak ile koruma polisi Ermeni terör örgütü üyeleri tarafından katledilmişlerdir.

Daha birçoklarını ekleyemediğim bu liste 1982 yılına kadar uzar gider.

Peki, daha eski yıllarda Ermeniler neler yapmış bir de onlara göz gezdirelim:

Van ilinde gerçekleştirilen katliamlarla ilgili, Van Jandarma Alay Komutanı’nın tahkikatının raporundan satırlar “Komita liderlerinden Aram ve İşhan’ın aleni telkinleriyle Şetak kazasında isyan başlamıştı. Kaleye kapanan Ermeniler terk edilmiş bir eski yapı Balyemez topunun adi demir mermileriyle milislere ateş etmişlerdir. Memurlar geceleyin kaçabilmişlerse de, birçok masum kadın ve çocuk sularda boğularak ve ötede beride saldırıya uğrayarak ölmüşlerdir.
Mirgi Köyü’nde Molla Haşan adındaki muhtar, arkadaşlarıyla birlikte, Ruslara öncülük eden Ermeni çetelerine karşı işareti verdikleri halde yine, yedi erkek, on iki kadın ve on sekiz çocuk – hepsi elli yedi kişi, adeta koyun boğazlanır gibi gaddarca şehit edilmişlerdir. Kız ve gelinler ayrılarak Ermeniler tarafından götürülmüştür.

Çarpıksar Köyü’nde bir çocuğun, kuzu gibi kızartılarak bir süngü üzerinde direğe bağlandığı birçok kimseler tarafından yeminlerle ifade edilmiştir. Naaş’ın kalıntısı da gösterilmiştir.

Ahorik ile Azveril Köyleri arasında, elleri karınlarına sokulmuş, cinsel organları ağızlarına bırakılmış olduğu halde dört kişinin cesedi bulunmuştur.

Kavlik Köyü’nde, yedi yaşında Fatma ve dokuz yaşındaki Gülnaz adlarında iki masum kız çocuğunun, ön ve arkalarından tecavüz edilerek, hasta bir hale getirildikleri görülmüştür. Bugün, bu masumlar, Ermeni mezalim ve alçaklığının canlı bir timsali olarak hala hayatta bulunmaktadırlar. Yine bu köyde, çene kemikleri süngüyle kırılarak şehit edilen ve cinsel organı da ağzına konulan, 70 yaşını aşkın Ulvi adında bir ihtiyarın cesedi bir müddet sonra gelen Osmanlı Ordusu’nun bazı mensupları nefretle görüp irkilmişlerdir.

Ahtocu Köyü’nde, Kemo adındaki şahsın Zeliha ismindeki hanımı, tandır başında ekmek pişirmekle uğraşırken; altı aylık kız çocuğu ateşe atılarak annesinin gözü önünde pişirilmiş ve kendisine yemesi emredilmiştir. Bu emri yerine getirmediği için; zavallı annenin bir bacağı tandıra sokularak merhametsizce yakılmıştır. Bu kadın, bugün halen hayatta olup, gördüğü feci zulmü anlatırken kendisini ağlamaktan alıkoyamıyor ve orada hazır olanları da ağlatıyor.

Yine bu köyde birçok masum çocuğun, tezek yığınları içerisine atılarak yakıldığı, mevcut naaşlarından anlaşılmıştır.”

Daha fazlasını eklemek isterim fakat bu satırlara ve yüreğimize şimdilik bu kadarı yeterlidir.

Bu katliam ve zulümlerin sahibi katil Ermenilerdir ve bunlar geçen zaman içerisinde hiçbir zaman insan olmayı başaramamışlardır. Karabağ Katliamı halen gözümüzün önündedir.

Bizde bu katledilenlerin acısı olduğu sürece hiçbir zaman onlarla dost olamayız! Nihal Atsız’ın vasiyetinde fazlasıyla yer bulacak kadar haindirler.

Ermeniler tarafından katledilen bütün Türkler’in ruhları şad olsun.



Burkay Kılavuz



Genç Atsızlar Dergisi Sayı:1/2010
https://issuu.com/mburkaykilavuz/docs/gencatsizlardergisi1